TÜMÖD – Enerjinin Öteki Yüzü

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı Hoca’nın Anısı’na…

Tolga Yarman

 

Alpaslan Hoca’yı uzaktan, tanır, O’na hayranlık duyardım… Dolu dolu, beliğ, fakat sakin, aynı zamanda gayet insicamlı (dokusu sağlam), bilgi yoğun, bir o kadar tavırlı konuşmaları; inanıyorum, herkeste olduğu gibi, ben de derin beğeni duygusu, uyandırırdı. Çoğunlukla irticalen konuşurdu. Bu özellik, hocalığın bir özelliği olsa da, Alpasalan Hoca, Dersi’ne, hemen hep, hazır olurdu. Tutukluk, dil sürçmesi, kurguda hat kayması, hiç sergilemezdi.

 

TÜMÖD İstabul Şube 2010 Genel Kurulu öncesi, Sevgili Suay Karaman’la birlikte, beni aradı; Arkadaşlar’ın da istediğini müjdeleyerek, Yönetim Kurul Seçimi’ne girmemi rica etti.

 

Görevdi; memnuniyetle kabul ettim. 2010 – 2012 arası, TÜMÖD İstanbul  Yönetim Kurulu Başkanı olarak; TÜMÖD Genel Başkanı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı ve Çalışma Arkadaşları ile, onlar Ankara’da, biz İstanbul’da (tek bir sorun yaşamaksızın), harika bir takım çalışması gerçekleştirdik.

 

Alpaslan Hoca, keza Genel Sekreter, Sevgili Suay Karaman, hemen her etkinliğimize, Ankara’dan, geldiler.

 

Alpaslan Hoca; gece, otobüs yolculuğu yapmasına karşın, her zaman tertemiz, bakımlı, şu ki, gayet mütevazı giyimli olarak; önemlisi, “yorgunluğunu”, zinde tavırlılığında geriletmiş bir tebessümle, gelirdi, aramıza…

 

Kalın siyah gözlüklerinin arkasından dahi, gözlerindeki bilgelik ve sevgi, pırıl pırıl, okunabilirdi.

 

Etkinliğin, açış konuşmasını yapardı; hemen tüm gün süren, etkinliği izlerdi; akşam yemekten sonra, gece otobüsüne yollanırdı.

 

Bu çizgiyi, yetmişli yaşlarda sürdürebiliyor olması, O’na dönük, başka bir hayranlık oluşturuyor, elbette… Yalnız İstanbul mu? Alpaslan Hoca, Turkiye’de, hatta Dünya’da, benzer hemen her yere; neredeyse sıfıra yakın imkanla, özkeseden, demek ki (abartmasız), çay / simit ederlerinden arttıra arttıra, işte böyle, koşa koşa, giderdi…

 

Bir 20. Yüzyıl Anadolu Eren’i, Çelebisi, Bilgesi’ydi, O… Saymakla, kolaydan bitmez kitapları, şuradan topluca görülebiliyor: http://www.idefix.com/kitap/alpaslan-isikli/urun_liste.asp?kid=2542.

 

Öyle olunca, ödünsüz bir Antiemperyalist, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Insancıl, Yurtsever ama Evrensel Kimlikli, böyle olmasına karşın, Evrensellik adına, Yurtseverliği hiç bir biçimde geri planda tasnif etmeyen, bu toprakların, ama bir Dünya Aydını’ydı, O…

 

 

 

 

Okur’a; O’nun anısına; aşağıdaki, İstanbul’da, Mimar Sina Üniversitesi’nde, 14-15 Aralık 2012 tarihleri arasında, gerçekleştirdiğimiz  7. Üniversite Kurultayı’nda yaptığım konuşmada bana yol gösterecek metin olarak hazırlanmış yazımı, elden geçirerek, sunuyorum.  Burada asıl demek istediğim şu: Konuşmamdan sonra Sevgili Alpaslan Hoca yanıma gelmiş ve kolnuşmamın, kendisini çok mutlu ettiğini ifade ederek, beni taçlandırmıştı. Bu arada (kimi dostlara, nisbeten “ters” gelebilen) konuşmam sırasında, yer yer, “Sosyalizm, Kemalizm ve Din” başlıklı Kitabı’nda kaleme aldığı görüşlere, yakın görüşleri, dile getirdiğimi, vurgulamıştı. Sevindim… Gönüldaşlığımız bir boyut daha kazanmıştı. Kitabı’nı memnuniyetle ve en kısa zamanda bulup okumaya çalışacağımı söyledim. Mutlu oldu. İtiraf edeyim ki, kitap tükenmiş; maalesef hala edinemedim; okuyamadım. Buna karşın kitapla ilgili iki özsözü buraya almayı, diliyorum:

 

  • Işığı, Prof. Dr. Alparslan Işıklı, tutuyor. Bir bilim adamının dürüstlüğü ve titizliği ile… Ama herkesin kolaylıkla anlayabileceği, kimsenin yadsımayacağı kadar açık ve yalın olarak…’Sosyalizm, Kemalizm ve Din’, her aydının okuması gereken (bir kitap)…   Ahmet Taner Kışlalı.

 

  • Dr. Alpaslan Işıklı’nın ‘Sosyalizm, Kemalizm ve Din’ gibi “kitapları”, yanlış yorumlarla tarihsel olayları, bile bile saptırmalarla şaşkına döndürülen insanlarımıza, Kemalist öğretinin ne olup, ne olmadığını gösteren yapıtlardır… Oktay Akbal.

 

Kitabın kapak sayfasını da buraya alıyorum. O’nun da, bana, işaret ettiğimin konuşmanın ardından dediği doğrultuda, kuvvetle tahmin edebiliyorum ki, aşağıda okuyacağınız düşüncelerimle çok bütünleşen, bir kitap bu!.. Canım Hocam, nur içinde yatsın!..

 

HAÇLl ORDUSU YETMEDİ, SADDAM’LA DA OLMADI, ALİ’NİN TORUNLARI’NI VURMAK UZERE, BOLGE’DE YENİ BIR EMEVİYYE ORDUSU KURULMAK ISTENİYOR:
ENERJİ ZEMİNİNDE, BÖLGE’NİN VE TÜRKİYE’NİN EMPERYALLER TARAFINDAN YENİDEN YAPILANDIRILMASINDA, GÜNCELE BÜTÜNSEL BİR BAKIŞ

Amaç İnançta, Demek ki, Giderek Üniversitede, “Aklı” Köreltmektir.

“Yeni Osmanlıcılık” Budur. “Yeni Anayasa” Denilen de – Ankara’nın Yıllar İçinde Birikmiş Dağ Gibi Vebali Saklı olarak – Maalesef, Budur.
“Hedef” Bölgede, Ne Pahasına Olursa Olsun, Petroldür.

 

Prof. Dr. Tolga Yarman

 

 

Bu yazının ana bir amacı; güncelde; orada, burada, işte üniversitede, genelde egemen temsiliyet bunalımında, yasamada, giderek şaşılası biçimde, yargıda, yaşadığımız sorunların; gerçekte, bölgeyi ve ülkemizi etkisi altına almış ve son otuz – otuz beş yıldır, artık enerji zemininde gelişegittiği, iyiden iyiye belirginleşmiş, büyük bir sorunlar yumağının, birer parçası olduğunu, vurgulmaktır. Söz konusu çerçeveve, tam kavranmadan, mücadele korkarım, beyhudedir. Bugünkü nihaî hedef, kestirmeden söylenebilecek olursa, inançta, demek ki giderek üniversitede (nihayet, maateessüf bugünlerde izlendiği şekliyle, yargıda), “aklı” köreltmektir. İstenen “akıl” değil, sadece nakildir, şekildir. Cumhuriyet’i yıkmak, tam da bu demektir. “Yeni Osmanlıcılık” budur. Hedef bölgede, ne pahasına olursa olsun,  petroldür.

 

Burada diyeceklerimi, diyegelmekteydim ki; 24 Mart 2010’da Boğaziçi Üniversitesi, Rektörlük Binası, Üst Katı’nda, Kütüphane’de, davetli olduğum bir toplantı gündeme geldi ve diyegeldiklerimi, keza burada diyeceklerimi, ilk bir ağızdan teyit etti. Gelişmeyi, devlet göreneğinden gelen bir öğretim üyesi olarak, Dışişleri Bakanlığı’na rapor ettim (Posta Taahhüt Numarası: RRO2084965251, Yenişehir, Anakara). Daha sonra ise Başbakanlığa (nasıl olsa duyurulmuş olacağına kesin gözüyle bakıyor olmama karşın, bir vesile zuhur etti), ayrıca ilettim (Posta Taahhüt Numarası: RRO1523508738, Çengelköy, İstanbul).  Mektup, aşağıda… Dışileri Bakanlığı’na yazdığım ve aşağıya aldığım mektuptaki, burada kurguladığım çerçeve itibariyle, can alıcı satırların, altını, çiziyorum.

 

MEKTUP

                                                                 20 Mayıs 2010

Dışişleri Bakanlığı

Balgat, Ankara

 

Aşağıda kaleme aldığım gelişmeyi, derin önemine binaen, dikkatinize sunuyorum.

19 Mart’ta, e-posta kutuma şu ileti geldi:

 

Kimden [email protected]

kime

tarih19 Mart 2010 18:23

konu İstanbul Fulbright Bursiyerleri Derneği – Kokteyl Duyurusu

gönderena ydin.edu.tr

 

 

Değerli Üyelerimiz,

 

ABD İstanbul Konsolosluğu ve Derneğimiz tarafından ABD Büyükelçisi Sayın James F JEFFRY onuruna 24 Mart 2010 Çarşamba Günü 19:00 ve 21:00 saatleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Binası Konferans Salonunda bir kokteyl verilecektir. Davete katılmak isteyen üyelerimizin bilgilerini 0212-3359061 numaralı telefona veya [email protected] adresine bildirmeleri rica olunur. Davet programı ekteki belgededir.

Davete katılımınızı rica eder; selam ve saygılarımı sunarım.

Prof.Dr Haydar ÖZPINAR

İstanbul Fulbright Bursiyerleri Derneği Başkanı

 

**

 

1968-1972 arası TÜBİTAK Bursu ile, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) (Nükleer Mühendislik alanında) doktoramı tamamlamıştım… 1982’de ITÜ’de akademik merdivenin en üst basamağına terfi ettikten kısa bir süre sonra, Fulbright Konuk Öğretim Üyesi olmuş, bu çerçevede, 1984’de California Institute of Technology’de ağırlanmıştım.

 

Diyeceğim o değil… Aradan geçen 26 yıl boyunca bu özelliğim hiç hatırlanmadıydı! O nedenle yukarıdaki davet, ilginç geldi. Belirtilen adrese, davete katılacağımı yazdım.

 

24 Mart’ta, 19.00’da belirtilen yerde oldum. Yaklaşık yüz kişi kadar olduğumuzu, sanıyorum.

 

ABD Ankara Büyükelçisi James F. Jeffry tanıtıldı. Kürsüye geldi. Bir saate yakın bir konuşma yaptı.

 

Konuşmanın; yarı yerinden itibaren, nereye gideceği belli olmuş gibiydi. Büyükelçi, bölgeyi, uzun uzadıya, tahlil etti. İran’ı, tehdit olarak gördüklerini, bilhassa vurguladı. Türkiye’nin canlılığını, bu arada, başka ülkelerin, hatta Putinli Rusya ile Medvedevli Rusya’nin farkının dahi, kestirilebilir olmasına karşın, Türkiye’nin kestirimlere pek gelmediğini, vurguladı. Kayseri ve Konya sanayi bölgelerimizi, Uzak Doğu Kaplanları’na benzetti. Türkiye’nin kendi omuzları üzerinde durabildiğini, belirtti. Başbakan’ı ve Cumhurbaşkanı’nı övdü. (Silahlı Kuvvetler’den ve Muhalefet’ten hiç bahsetmedi.) Söz BOP’a gelince, Osmanlı İmparatorluğu’nu övdü!.. Hükumet’le harika bir ilişki sürdürdüklerini belirtti. Sonra Biz, ülkelerin iç işlerine karışmayız!”, demesine karşın, sözü, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve Anayasa değişikliğine getirdi. Bunun gerekliliğini vurguladı ve (12 Eylül 2010 Anayasa)  referandumu için (o evrede henüz “fol” belki var ama “yumurta” katiyen yokken),, bizlerden destek beklediğini, açık bir dille ortaya koydu

 

Kalakaldık. Ama dediğim gibi, konuşmanın buralara kadar gelebileceği, epey bir belli olmuştu. Büyükelçi, birkaç soru alabileceğini söyledi.

 

Prof. Suna Kili söz aldı. Yer yer göz yaşlarını tutamayarak, “Bizi, Araplar’a itiyorsunuz, bu, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırıdır, biz laik ve çağdaş bir ülkeyiz”, bunu yapamazsınız”, dedi. Duygulu ve içten konuşması alkışlandı. Prof. Kili’nin konuşması Büyükelçi’ye, üslupta ölçülü ve yumuşak, ancak özde sert bir tepkiydi… Büyükelçi, Prof. Kili’yi yatıştırıcı, kısa bir yanıt verdi…

 

Prof. Fuat İnce, ABD’nin, bugün Türkiye’de ılımlı İslam’ı desteklediğini, ancak bunun köktendinciliğe dönüşebileceğini, dikkate alması gerektiğini ifade etti; gerçekten de, Türkiye’de demokrasinin temellerinin aşındırılmakta bulunduğunu ve demokrasinin giderek yok olduğunu, ABD’nin bundan endişe edip etmediğini sordu. Büyükelçi, yine yatıştırıcı kısa bir yanıt verdi; soruyu geçiştirdi…

 

Söz alma sorunluluğundaydım. Büyükelçi ile ilk defa karşılaşıyordum… Ama hakkındaki tanıtım yazısı okunurken, benim Boston’da (MIT’de) doktoramı yaptığım yıllarda, onun da orada, komşu North East ve Boston Üniversiteleri’nde öğrenim gördüğü, işaret edilmişti. Bu çerçevede ona ilk ismiyle hitap etmeyi öne çektim; söz aldım ve özetle şöyle dedim (Turkçesi ile yazıyorum):

 

–  Sevgili Jim, aynı tarihlerde Boston’da okumuşuz. Orada, ABD’nin iki veçhesini gördüm. Birincisi, okulum, bir bilim cennetiydi. Bu çerçevede, ABD’de, Hocalarım’dan, Meslekdaşlarım’dan, giderek öğrencilerimden başlayarak, ebedî dostluklarım vardır. İkincisi, o tarihlerde Vietnam Savaşı sürüyordu. Korkunçtu. ABD’nin bu ikinci veçhesi, şimdi, bölgemizde… Havuç için değil, Petrol için buradasınız. “Türkiye’nin Demokratikleşmesi” diyorsun. Seni bir arkadaşımız olarak görmesem, bu konuyu, genelde ülkemizde yaşadığımız sorunları, burada konuşmazdım. Ama konuyu madem sen açtın, dostça konuşalım. Üçte birlik oy oranlarıyla, üçte ikilik parlamento çoğunluğunun elde edildiği bir süreçte demokratikleşmeden bahis, abestir. Bu konuya hiç değinmedin. Yüzde onluk ülke seçim barajı var. Milyonlarca oy zayi oluyor. Demokrasi adına en önce buna mani olmamız gerekmez mi? Partilerin içinde hemen neredeyse, demokrasi yok; bir defa, bunun demokrasi özlemi itibariyle, rahatsız edici bulunmaması, ayrıca çok tuhaf. Üç, dört lideri kontrol etmeye çalışarak, Türkiye’yi, kontrol etmeye yönelmeniz, bence harika bir strateji, ama “demokrasi” bu değil. Biz “gerçek demokrasi” için mücadele ediyoruz… Korkarım, senin anladığın demokrasi, değil, bu… Onun için sözlerine hiç katılmıyorum. Bizden istediğini, bu çerçevede, hiç istememelisin. Ne diyorsam, içtenlikle ve vukufla söylediğime, güven lütfen. Bu kadar!..

 

Büyükelçi’nin, sözlerimden hoşnut olmadığını tahmin edebilirsiniz.

 

Büyükelçi, bana kısa bir yanıt verdi:

 

–  Enerji için burada değiliz (kim inanır, değil mi?), bölge istikrarsızdı, onun için buradayız. Üçte birlik oy oranı ile üçte ikilik parlamento çoğunluğu elde etme olasılığı, eskiden de vardı (el hak, doğru, söz konusu hüner, Rahmetli Özal’ın icadıydı), yüzde on baraj mı iyidir, yüzde beş mi, bu tartışılabilir…

 

Aslında herhangi bir büyükelçi, herhangi ciddi bir ülkede, böyle bir konuşma yapsa, tam bir yabancı militan sıfatında algılanıp, o ülkenin iç işlerine karıştığı savıyla,  derhal “istenmeyen insan” ilan edilir ve sınır dışına çıkarılır…

 

Toplantıdan sonra, kokteyl vardı. Kalmadım, ayrıldım.

 

Zaten kestirmekteydim ve pek çok televizyon programında dile getiriyordum: Demokratik süreçlerde alınan kararlara saygımız saklı olup, ancak Anayasa değişikliği, esas olarak, Türkiye’yi ve bölgeyi, malum istekler doğrultusunda yeni baştan dizayn etmenin son bir temel aparatı olarak gerçekleştirilmek isteniyor… Bu hissimi beton gibi yerine oturtan bilgi, üstelik birinci ağızdan önüme gelivermişti…

 

**

 

Keyfiyet budur…

 

Güzel dileklerle, sevgiler, saygılar sunuyorum…

 

 

                                                                                              Prof. Dr. Tolga Yarman

 

 

Dışişleri Bakanlığımız’a yazdığım ve yanıtından mahrum kaldığım mektup, budur. Metni, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu Öncesi’nde, sorumluluk duyuyor olarak basınımızın dikkatine sundum. Benim izleyebildiğim kadarıyla (münferit, çeşitli elektronik ortamların sorumlularının duyarlılıkları saklı olarak, ifade ediyorum), bir tek Değerli Arslan Bulut, kösesine taşıdı (Yeniçağ, 27 Temmuz 2010).

 

TÜMÖD olarak, bu bağlamda, 29 Mayıs 2010’da, bir etkinlik gerçekleştirdiğimizi,  kaydetmeliyim.

 

Anısını ve etkinliğe, başta Alpaslan Hoca, emeği geçenlerin duyarlılıklarını tarih sayfalarında yaşatmak üzere, etkinliğin afişini buraya alıyorum. Afişin hazırlanmasına omuz veren Prof. Nigün Çerikçioğlu’na ve Sezim Özadalı’ya, buradan, gönül dolusu teşekkürler ediyorum.

 

 

 

 

 

Şu hale bakın: O günlerde ve var gücümüzle dikkate getirdiğimiz tesbitler, görüşler ve kaygılar, ne yazık ki bugün, bir bir, gerçek olmuş… 29 Mayıs 2010 TÜMÖD etkinliğinin yukarıdaki afiş, hemen herşeyi özetlemiyor mu?

 

Aşağıda, dediğim gibi, 7. Üniversite Kurultayımız’da (14-15 Aralık 2012, İstanbul), yaptığım konuşmamın ana başlıklarına yer veriyorum. Bunları; az önce dikkate getirdiğim mektubun içeriği uzantısında, ayrıca desteklemek üzere, 17 Kasım 2011’de gerçekleşen “TMMOB Türkiye Enerji Kongresi” için çağrılı olarak hazırladığım (ancak süre sınırı nedeniyle, bir kısmını Kongre’de dile getiremediğim), “Enerji Zemininde, Bölgenin ve Türkiye’nin Emperyallar Tarafindan Yapilandirilmasında Stratejik Denklemler”,  başıklı, bir metin ekliyorum.

 

 

 

ÜNİVERSİTE KURULTAYIMIZ’DA YAPTIĞIM  KONUŞMANIN (15 Aralık 2012, İstanbul) ZEMİNİNDEKİ (bu yazı hazırlanırken güncelleştirilmiş), TEMEL BAŞLIKLAR

 

Strateji çalışmalarında önemli bir veçhe, karşı tarafın ya da tarafların, “düşte” olsun, karargâhlarına ve zihinlerine girip, neler planlandığını, çıkartsayabilmektir.

 

Olanlar; keza bunların sükûnetle tahlili, bu suretle yapılacak çalışmanın, mihengidir.

 

Spekülasyondan uzakta durmaya özen gösterek yapılacak, soyutlamadaki başarı, ayrıca, derindeki şablonların ortaya çıkartılmasında, önem taşır.

 

Topraklarımıza dönük olarak, olanların tek başına müsebbibi olarak, emperyalleri göstermek, ne kadar naif bir yaklaşım oluşturursa… Onlar’ı, olanlardan, tamamen yalıtmak, ya da Onlar’ı komplo teorilerinin özneleri gibi göstermek, bir o kadar  saflıktır. Yüz bin kişilik bir orduyla dibimize kadar girmiş olanların… Silah, mühimmat derken, milyarlarca doları bir çırpıda savuranların… Etrafı göz açıp kapayıncaya kadar, kan gölüne çevirenlerin, bizim için, bir “iyilik” düşünmeyeceğini varsaymak, gaflettir…

 

Bölgede öyle bir savaş makinası vardır ki, bırakın ağzını açanı bir yana, yan gözle bakanın dilini biçiyor.

 

Söz Meclis’ten dışarı, her avanak heyeti hükumet etmenin bir bedeli vardır. Her bıçkın heyeti alaşağı etmenin de bir bedeli vardır.

 

Örneğin, iki oturmuş ülke, söz gelişi (“Dış etmenler önemsizdir, iç dinamiklere bakmak esastır”, diyenlere cevap olarak söylüyorum), İsveç ve Finlandiya arasında katiyen hır çıkartılamayacağı kesin savı, muteber değildir. Hır, çıkartılamaz değildir. Yalnızca böylesi bir hır için (ayrıca Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar düpedüz bu coğrafyadan gelmiştir, olsun, bugün ne güzel ki orada barış egemendir, yine de), örneğin Ortadoğu’da, Suriye’deki gibi bir hır çıkarmanın bedelinden, çok daha yüksek bedel ödemek, gerekir… Suriye’deki hır ise, bakın, hiç öyle düşük bir meblağa gelmiş değildir.

 

Batılılar bir defa ağızlarından kaçırmışlardır: “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) kendisini savunmak üzere, üstelik daha iki yıl kadar önce silah ve mühimmat yardımı yapıldığından mâdâ, defaten, 100 milyon dolar nakit yardımı yapıldığını, batılı bir büyük devlet dışişleri bakanı telaffuz edivermiştir. Başka bir batılı büyük devlet dışişleri bakanı bu kez rakkam telaffuz etmeme tilkiliğini göstermekle beraber, ÖSO’na aynı doğrultuda yardım sağlandığını, açık açık ifade etmekten, kaçınmamıştır. 100 milyon doları, bu bağlamda rahatlıkla 2 ile çarpın, ayrıca (mühendisçe söyleyeyim), bir güvenlik katsayısı vaz edip, fazla olarak aradan geçen şunca süreyi dikkate alın… Bu, yılda 1 milyar dolardan, üç yılda 3 milyar dolara baliğ olur ki, kabaca bir Keban Barajı’nın ederidir.

 

Bitmedi!..

 

Sığınmacılar bize kişi başına ayda yuvarlak, o da asgarisinden 300 yüz dolara mal olmaz mı? Olur!.. Bu, 100 bin sığınmacı itibariyle, öyleyse, ayda, 30 milyon dolar, yılda yuvarlak 300 milyon dolar, üç yılda yuvarlak 1 milyar dolar, demek olur… Buraya kadar yekun ne yaptı: 4 milyar dolar.

 

 

Bitmedi!..

 

El Kaide, o bu, oradan buradan, Afganistan’ndan yani, iki bin üç bin kilometreden, Suriye’ye, Cengiz Han’ın askerleri gibi, yürüyerek gelmediler, herhalde, değil mi? Birileri onları getirdi. Yedirdi, içirdi, silahlandırdı, ceplerine harçlık koydu. Etrafta konuşulan meblağ, paralı asker başına, bin – bin beş yüz dolar (ki akla çok yakındır, “modern gladyatör” fiatı daha ucuz olamaz), elli bin askerden, bu, ayda 50 -75 milyon dolarla, yılda, yine yuvarlak 1 milyar dolara gelir; demek ki, üç yılda yuvarlak 3 milyar dolar eder…

 

Toplam yekun ne etti: 7 milyar dolar!.. Ne kadar tenzil edersek edelim, 5 Milyar doların altına inmmez…Suriye hala düşmedi ise, başta Suriye Yönetimi, çeşitli başka taraflar da, demek ki, toplamda, yuvarlak bir o kadar tutarla, direnç göstermişler…

 

Suriye örneğini terk etmeden, hemen şunu belirteyim ki (esasen yazının temel ekseni odur): Suriye zemininde (bir tarafta nusayrî yönetim, öbür tarafta, katı bir vahabî anlayış), epeydir ayyuka çıkmış bir mezhep savaşı yaşanıyor. Yani bu yazının temelinde olarak bundan birkaç yıl önce belirttiğim kaygılar, bugün artık kuvveden fiile çıkmış durumda…

 

Ve Türkiye böylesi bir cehennem girdabının içine, jet ızıyla çekliyor.

 

**

 

Gelir dağılımının bozuk olduğu ortamlarda esasen, demokrasi yoktur, çünkü piyasada, sandığın fiatı teşekkül eder. Olayın fikrî ve sosyal boyutu, elbette söz konusudur, ama bu yetmez… Parayı bastıran seçimi alır. Bu olgu şunu işaret eder: Parayı bastıramayan fikir, kuvvetsiz kalabileceği gibi, para kuvveti yerinde olan çürük fikir sandıktan pekalâ çıkarılabilir Bu bağlamda finans olanaklarıyla kuşanmış medya odaklarına sahip olmak, günümüzde, üretim araçlarına sahip olmaktan daha önemli bir hal almış, görünmektedir.

 

Arap Baharı, bir “tiyatrodur”… Vasat yok değildir,  ama vasat Suudi Arabistan’da da vardır… O bakımdan parayı bastıran, istediği ortamda istediği kargaşayı çıkartabilmekte, rejim devirebilmekte, ya da ayakta durması öteki türlü olanaksız rejimlere koltuk değneği olabilmektedir.

 

Bu açıdan rahatlıkla: “Kaddafi, bir-iki milyar dolara düşürüldü”, diyebilirsiniz. Evet, görüldüğü kadarıyla Libya’da vasat vardır, ama, “hibe tanklarla” demokrasi savaşının verildiği, daha önce, allaşkına, nerede görülmüştür!

 

Yukarıda dile getirdiğim Suriye örneğine bakınca, Kaddafi’nin, oldukça ucuza yok edilebildiği görülüyor… Bunda maatessüf Kaddafi’nin kusuru büyüktür, çünkü elindeki finans olanaklarırnı, maruz kaldığı gaddar saldırıya karşı, etkin biçimde yapılandıramamış olduğu, ortaya çıkıyor.

 

 

 

 

 

Batılı savaş uçakları vahşiyane biçimde Libya’yı vururken, bizim önümüze, “Dersim meselesinin” atıldığını, bizimse, bunun üzerine, tamı tamına, önüne yem atılmış civciv gibi kapaklanıp, Kuzey Afrika’da yaşanan vahşet yerine, yüz yıl önce bu coğrafyada yaşanmış olayları – tıpkı evimizde yangın çıkınca, aciliyetle iki kova su olsun kapıp gelmek ve ateşe dökmek yerine, oturup, binamızda yüz yıl önce ikamet etmiş olanların sorunlarını tartışmaya kapılıverecek kadar gabileşebilecek olmamız örneğindeki gibi – gündem kılmamız, utanç vericidir.

 

Böylesi gaflet, bizim illetimiz olduğu kadar, konuyu önümüze zamanı gelince atmasını bilenlerin, hüneridir… Ya da tersinden söyleyeyim, evet onlar böyle bir hüner gösterecek kadar hazırlıklılardır, ancak, biz durumu kavrayamayıp, önümüze atılan yeme, hışım içerisinde, çift dalabilecek kadar tezgâhta ve iz’an özürlüyüzdür.

 

Çizgi filim kahramanı, Moloztaş’ın, demokrat olup olmadıığını, bir de karısını dövmesiyle ölçmeye kalkabilecek kadar komikleşenler, içimizden çıkmaktalar… Bunlar giderek, tarih hakkında, ucube tezlerle ahkam kesmekte, örneğin “Nasıl oldu, acaba?” sorusunu akıllarının kenarından geçirrmeden, 1789 Fransız İhtilâli’ni “darbe” olarak; sokaklara dökülmüş kitleleri ise, yekten “darbeci” olarak tasnif edebilme, çözümleme densizliğini sergileyebilmektedirler…

**

 

Şu Arap Baharı denen sürece döneyim… Kısa deyişle, ortada vasat var demek, bunu birileri dışarıdan hiç kaşımıyor demek değilldir. Birileri kaşıyor demek ise, ortadaki koşullar buna müsait bulunmamakta, demek katiyen, değildir.

 

Ulkemizde, bölgede ve benzer başka yerlerde, evet vasat vardır; ancak günümüze ve bize dönersek, Bölge’yi ve Türkiye’yi, birileri, fena halde kaşımaktadır.    

 

Bu çerçevede; yuvarlak son 40 Yılımız’ın; vazetme onurunu taşıdığım, “A-a, Stratejik Azdırma Teoremi” ile, bir tahlilini – az önce ifade ettiğim gibi – biraz aşağıda, “Enerji Zemininde, Bölgenin ve Türkiye’nin Emperyallar Tarafindan Yapılandırılmasında Stratejik Denklemler” başlığı altında okuyabilirsiniz. (Buradaki tezimi, gündeme, ortada Arap Baharı, hele Suriye’deki olaylar, daha hiç yokken, getirme onurunu taşığımı, kaydetmeyi dilerim.)   

 

Özetle, bölge, kesin olarak, yeniden yapılandırılmak istenmektedir.

 

Bu, daha şimdiden, önemli bir biçimde başarılmışltır. Suriye’de ciddi olarak, tökezlemiştir, ama orada da, Suriye’nin bilhassa Kuzey Doğusu’nda, istenildiği şekilde, bir Kürtçü oluşum peydahlanmak, başarılmıştır.

 

Hedef petroldür, doğalgazdır. Herkesin bunu böylece bilmesi gerekir.

 

Nihayette (keşke yanılsam), İran’ı (yine, petrol ve doğal gaz için) vurmaktır.

 

Giderek, Çin’i ve Rusya Federasyonu’nu, kontrol edebilmektir.

 

Okyanus Aşırı Odak için Temel bir Teorem Şudur: “Önce OPEC Petrolünü tüket” (Drain OPEC Oil First) ve “dışarıda koz bırakma”!..

 

Proje (yukarıda sunduğum mektuptan açıkça okunduğu şekliyle), “Yeni Osmanlıcılık” şemsiyesi altında geliştirilmek, istenmektedir.

 

Bu Proje, yurdumuz ve bölge, fena halde kaşınmak suretiyle, evvelce yaratılmış çelişkilerle, yürütülmektedir.

 

PKK (bizim bin tane kusurumuz saklı olarak ifade ediyorum), bunun, önde gelen bir aracıdır.

 

Bu araç, şimdilerde “Yeni Osmanlıcılık” büyük şemsiyesi altında yer almaktadır.

 

Yeni Osmanlıcılık’tan, tabii hiç telaffuz edilmese de kökteki kasıt, belli ki, şudur:

 

  • Şekle dayalı, biat kültürüne rapt edilmiş, Emeviyyeci, nakli öne çeken, aklı iptal edilmiş, hakkaniyetsizliğe, adaletsizliğe, zalime karşı başkaldırı refleksleri köreltilmiş (yapay ama etkin, uzulerek ifade ediyorum), katının katısı bir Sünni Blok meydana getirmek ve bunu, tamamen şekil olarak algılanması temin edilecek, Komşu Şii Blok’la kapıştırmak.

 

Keşke yanılsam, İran, böyle vurlmak istenmektedir. Her hal-u karda, temel stratejik hedef olarak, bu seçilmektedir. (Ve az önce işaret ettiğim gibi, bölgede, Nusayrî Suriye Yönetimi ile, El Kaide gibi, katı, karşıt mezhep unsurları kapıştılmış olmak suretiyle, bir mezhep savaşının başlatılmış bıulunduğunu, kolaylıkla ifade edebiliriz.)

 

Acıdır ve ağzıdan yel alsın, şu ki, 1980’de Saddam İran’a nasıl saldırtıldı ise (ayrıca elbette saldrımama idrakini gösterebileydi), ama işte aynı biçimde, söz konusu katı şekilci, Sünni Blok, İran’a dönük olarak, korkarız, Saddamlaştırılmak istenmektedir.

 

Bunun önüne; saygın ama, çalışmayan siyasi kalıplarla çıkmak, olası görünmemektedir. Cumuriyet’in; yönetimde ve inançta aklı, nakle karşı, öne çıkartan, bağımsızlıkçı coşkusuyla karşı cıkmak, mümkündür.

 

Bu arada önemle vurgulamalıyım: Cumhuriyet’in derdi, inançla değildir; yobazlıkladır. Yobazlık nedir? Akla rağmen, salt nakli karşısındakine zorla, dayatma cürmünün adıdır, yobazlık… (Söz aramızda, bilim kilisesinde dahi, “yobaz” çoktur.)

 

**

 

Bu yazının sonuna eklediğim metinde açıklanan A-a Stratejik Azdırma Denklemi, ayrıca hızlandırılmış filim gibi  Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da, daha yeni uygulanmıştır, uygulanmaya devam edilmektedir.

 

Halen (Eylül 2013 itibariyle), ise Suriye’de (ayrıca üç yıldır), yürürlüktedir.

 

Ana fikir, dediğim gibi, İran’ı; Eski Osmanlı Toprakları’nda oluşturulacak, sözde Yeni Osmanlıcılık adı altında toplanacak olan, aklı başından çalınmış olacak, geniş, katı şekilci, sünni bir kitleyle vurmaktır…

 

Savaş böylelikle bir defa, çok daha ucuza getirilebilecektir…

 

Çünkü bu sefer, operasyon; Perulu, Meksikalı çocuklara değil, Allah korusun, bölgeden tedarik edilmiş başta, Kürtçü çocuklara, gördürülecektir (ki, yıllar önce dikkate taşıdığım söz konusu kaygılar bugün artık iyiden iyiye boy vermiş göörünmektedir)…

 

Oysa (dediğim gibi, bizim saymakla bitmez vebalimiz saklı olsa da), “emperyalizmin kucağında milli kurtuluş savaşı olmaz”. Kürtçüler ve peşlerinden sürükledikleri; keşke öyle olmasa, İran vurulurken, ucuz asker olarak kullanılacaklardır.

 

Bu beyanı; olmakta olanları, yıllar öncesinden görüp ihbar etme ayrıcalığıyla, ortaya koyduğumu, vurgulamayı isterim…

 

Türkiye’de hal-i hazırda akla gelebilecek her türlü melânet (evet, bizim gafletimiz ve vebalimiz saklı olarak), buradan, kök almaktadır.

 

Nedir, söz konusu sorunlar?

 

Sıralayalım:

 

PKK Sorunu.

İnanca derin bir saygıyla ifade ediyorum, Türban / Ilımlı İslam Projesi.

BOP Projesi, demek ki esas olarak, “Yeni Osmanlıcılık”.[*]

Demokratik Açılım.

Füze Kalkanı Projesi… Şimdilerde Patriotlar.

Zazaki’nin aynı bir Kurmanca potasında eritilmek istenmesi. (Bu bağlamda, araları iflah etmez derecede bozuk, Talabani ve Barzani’nin bir araya getirilmesi.)

Özde herhalde, kimi mazarrat saklı olsa da, genel olarak Ergenekon.[†]  

“Convention on Syber Crimes” (Siber Suçlar Anlaşması)’nın Meclis Genel Kurulu’na getirlmemesi.[‡]

12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu.

Giderek, iddianın, giderek yargının, etkin bir bölümü itibariyle, inanılmaz bir biçimde, ispat yükümlülüğünden uzakta, hüküm icra etmesi.

Bunun sonucunda, yargının, “demokratikleşiyor” yaveleri altında, el hak, ciddi olarak siyasete raptının başarılmış olması.

 

Sözüm ona, demokratik yeni anayasa çalışmaları.

 

Hatırlamakta yarar var:

 

  • Dünya ve Türkiye Betonarme yalanlarla yönetiliyor.

 

Görünen odur ki, yeni yargı yapısıyla Silahlı Kuvvetler halledilmiştir.  Böyle olmasa Yeni Anayasa gündeme gelemeyecektir. Yürürlüğe katiyen konamayacaktır.

 

Bu çerçevede şu denklemi vazetmek, gayet yerindedir:

 

12 Eylül 1980 = 12 Eylül 2010.

 

Bu çerçevede 12 Eylül 1980 ile, 12 Eylül 2010 arasında, üniformanın değişmesinden başka bir fark yoktur… Pentagon’a sadık generaller o gün kendilerince, ne kadar iyi niyetli idiler ise, bugün aynı odağa bağlı “dinci erbap”, kendilerince, ilk bakışta o kadar iyi niyetlidirler. Oysa her iki “topluluk” da fena halde kullanılmışlardır, kullanılmaktadırlar.

 

Aynı bağlamda, artık Pinochet gibilere, ya da işte darbelere ihtiyaç hiç kalmamıştır. Çünkü medyayı ve finans çevrelerini kontrol edenler, aynı amacı, pakalâ sağlayabilmektedir.

 

Tanrıaşkına, 2010 Anayasa Referandumu’nda, bugün anayasada yapılmak istenen hangi değişiklik vardır ki, gündeme getirilmemiş olsun?

 

Maksat işte, esas olarak, 2010’daki Referandum’la, bugünkü korkarız ki, “bölücü anayasayı” oluşturabilmek üzere, Silahlı Kuvvetler’i, edilginleştirmektir.

 

Siyasetin demokratik zeminden uzaklaştırılması, %10 Barajı, mevcut iklimin olmazsa olmazıdır. Demokratikleşmeyi konuşanlar, nedense bu arızayı ağızlarına almamaktadırlar.

 

Giderek genel temsiliyet bunalımı, partilerin içinde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldrılması, dile hiç getirilmemektedir.

 

Giderek, devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, adı demokratikleştime olarak telaffuz edilen, karakter olarak ise, tam antidemokrat projenin başka temel bir parçasıdır.

 

Aynı çerçevede, siyasetin yine demokrasi kisvesi altında, “yalaka kültürüne” irca edilmesi, büyük proje altında, sistemli olarak yürütülen bir alt uygulamadır.

 

Üniversite’nin, tıpkı inanç dünyasında olduğu gibi şekilciliğe ve biat kültürüne rapt edilmek istenmesi de, söz konusu projenin bir kesitidir.

 

 

 

 

Keza, iste 4+4+4 Projesi… Buradaki denklemi çok kimse görmüş, gençler özetlemişler: Genç İşçi, Genç Gelin, Genç (ama yukarıda anlattığım şekilcilik ve nakilcilik bağlamlarında yetiştirilmiş olacak), İmam…

 

Anlatılagelinen çerçevede, bugün örneğin Üniversite’de olanlar, 12 Eylül 1980 sonrası operasyonun devamı olarak ve tamamen aynı karakterde olarak, ortaya çıkmaktadır.

 

Üniversite, bugünkü iktidarla başkalaştırılmak isteniyor hiç değildir. Tersine evvelki yöntemlerle, bugünkü ve o zamanlar horlanmış olanların, tepkisine abanılarak, bugünkü iktidar eliyle başkalaştırılmaya, aklı başından çalınmaya, biata icbar edilmeye devam edilmektedir. Biz maalesef bu sürece boyun verdik, vermeye devam ediyoruz.

 

Bu sefer yaratılmak istenen, somutta, Emeviyyeci, el pençe divan duran, yobaz üniversitedir. Bundan önce yaratılmak istenen ise, Gardrop Atatürkçüsü, yine el pençe divan duran, yine biat eden, demek ki düşünmeyen, demek ki yine yobaz bir üniversitedir. Ama bu sefer proje evvelki kadar örtülü değildir. Daha çok belirginleşmiştir. Maksat bölgede, dediğim gibi, mezhep savaşı çıkartarak İran’ı (perol ve doğal gaz için), vurmaktır.  

**

 

Türkiye’de Marksist tahlil tam çalışmaz. Çünkü emek ve sermaye ayrışmasının yanı sıra siyasi kavga esas olarak, göç izdihamında, yerleşik dinamiklerle, yerleşikleşmeye çabalayan göçer dinamiklerin, göç izdihahımda şiddetlenen çatışmalarıyla şekillenir ve siyasi damarları belirler. Buraya, “göçmen, yani muhacir dinamikler”, ayrıca eklenmelidir.

 

Marksist tahlil, tam çalışmıyor, çünkü bu, kuşkusuz çok değerli ve sömürünün matematiğini teşkil eden tahlil, şu ki, son toplamda, sınıflar oluşurken nasıl etkileşirler, buna bakmaz; sınıflar oluştuktan sonra nasıl çatışırlar, bunu anlatır. Oysa bizde sınıflar tam oluşmamış ve oluşagiderken, etkileşliyor, kavga ediyorlar. Laik-Antilaik (giderek, anlamlı bir deyişle, bir laikçi-antilaikçi) çatışması dahi, buradan besleniyor, görüşündeyim. Böylesi bir çatışma, apaşikar, sınıfsal bir ayrışmayı işaret ediyor değildir. Şu ki, bizimki gibi ülkelere özgü böylesi bir ayrışma, dışarıdan çok ehilce istismar edilebilmektedir.

 

Değerine gönülden inanarak ifade ediyorum, Marksist tahlilin bizde tam çalışmadığına dair savımın sebebi, derinde, görebildiğim kadarıyla, şudur:

 

  • Batı’da sanayileşme kentleşmenin yegane motorudur, bizde değildir.

 

Bu çerçevede, Teletaş’ta, Netaş’ta çalışan sigortalı, sendikalı işçiyi; kente gelmesinden hemen sonra, siyasal mekanizmalar çerçevesinde, söz gelişi Kadıköy Meydanı’nda, bir büfe edinmiş genç bir göçer, toplumsal rahatlık bağlamında, çok hızlı geçebilmekte, onlarla bir sınıf dayanışmasını, hiç bir biçimde öne çekmemektedir.

 

 

 

 

 

 

BU DURUMDA NE YAPMALIYIZ?

 

Toparlayacak olursak… Türkiye, kendi “vebalimiz” elbette saklı olarak (nereden bakarsanız bakın) PKK, ya da darbecilerle değil, son toplamda, Pentagon’la uğraşagidiyor… Türkiye’de uzun zamandır değişmeyen tek bir vesayet vardır. Bu (sanılanın tersine), Silahlı Kuvvetler Vesayeti değildir. Pentagon Vesayeti’dir.

 

Bu durumda, hızlıca sıralarsak, yapılması (ya da yapılmaması) gerekenler, esas itibariyle, yukarıdan beri anlatılagelenlerden çıkıyor olup, şunlardır:

 

Durumu ifşa edeceğiz. Anlatacağız.

 

Diyanet İşlseri Başkanlıği’nın kaldırılması gerektiğini düşünenlere – demokratik süreçlerde, saygım, elbette saklı olarak ifade ediyorum – Diyanet’in lağvedilmesini, zinhar savunmayacağız. Bilhassa, akla rağmen nakli öne çeken Diyanet Anlayışı’na karşı çıkacağız. Diyanet’in, aklını başına devşirecegiz. Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumuriyet kurumudur, bunu unutmayacağız. O’nun, ama yobaz ellerden kurtarılarak, öyle kalmasına omuz vereceğiz.

 

Üniversite’nin aklını, kaptırmayacağız.

 

Tılsımlı kıvamlarda, omuzdaşlıklar, kuracağız. “Emeğe saygıyı yükselten, şu ki göreneğe, inancına bağlı insanlarımız” ile, bilhassa, yan yana duracağız

 

Oyunu bozacağız.

 

Dilimize dikkat edeceğiz. Abartıya kaçmadan ama, anlaşılır Türkçe ile konuşacağız.

Örneğin, “laik, sosyal, demokratik hukuk devleti”, demeyeceğiz. “Aklî, dayanışmacı, özgürlükçü, hukuk devleti” diyeceğiz.

 

İran’ın vurulmasına, alet olmayacağız, buna  aval aval, katiyen bakmayacağız.

 

Suriye’deki, yalanlarla yürütülen kanlı maceraya, çanak tutmaktan çıkacağız.

 

“Kuran Kursları”na karşı çıkmayacağız, Kuran’ın mealiyle okutulmamasına karşı çıkacağız.

 

Güpegündüz, Kızkulesi’ne karşı rakı kadehlerini kaldırıp, hepsi hepi yüz metre arkamızdaki, inananları küstürmek pahasına, içki yasağını tam da bu dekor içinde protesto etme şapşallığını sergilemeyeceğiz. (Yoksa, her şey bir tarafa, göz göre göre tuzağa düşüyor oluyoruz.)

 

Türbanlı’ya, “Kızım sen ne istersen onu tak, ama neden sömürüye, faize karşı çıkmıyorsun, neden zulme, zalime karşı cihat ilan etmiyorsun, neden emperyalizmin din kardeşlerini, onu da geçelim, insanları, kadınları genç kızları, hatta fecidir, çocukları,  iğfal etmelerine başkaldırmıyorsun?”, diyeceğiz.

 

 

 

Cami yapımına karşı çıkmayacağız, caminin, bilhassa yapım yerinden rahatsız oluyorsak, o zaman, “yapım yerini” eleştireceğiz. “Oraya değil, şuraya yapın!” diyeceğiz. “Sultan Süleyman, Süleymaniye’yi, Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne yaptırmayı bilmez miydi de, gitti, Haliç Sırtı’na yaptırdı?” diyeceğiz

 

Cumhuriyet’in inançla bir sorunu yoktur, yobazlıkla vardır, bunu anlatacağız. Yeni Osmanlıcığın, ne anlama geldiğini anlatacağız.

 

Konuların bir bütün teşkil ettiğini unutmayacağız..

 

Savaş makinasının uçakları Libya’da binlerce çocuğa bomba yağdırırken, besbelli ki,  tam da civ civ önüne atılırcasına, önümüze, dikkatleri başka tarafa çekmek üzere atılan, “Dersim Olayı”nın üstüne, mal bulmuş mağribi gibi kapanmayacağız… “Örgütlü haydutluğa” çanak  tutmayacağız.

**

 

Ah, şunu bir idrak edebilsek:

 

  • Bizim karakterimiz bağımsızlıktır!

 

 

ENERJİ ZEMİNİNDE, BÖLGENİN VE TÜRKİYE’NİN EMPERYALLER TARAFINDAN YAPILANDIRILMASINDA STRATEJİK DENKLEMLER

 

(Aşağıdaki saptamalar 17 Kasım 2011’deki “TMMOB Türkiye Enerji Kongresi” için çağrılı olarak hazırlanan, ancak süre sınırlılığı nedeniyle bir kısmı dile getirilemeyen metinden derlenmiştir.  T. Yarman.)

 

 

Strateji çalışmalarında önemli bir veçhe, karşı tarafın ya da tarafların, düşte olsun, karargâhlarına ve zihinlerine girip, neler planlandığını, çıkartsayabilmektir.

 

Olanlar; keza bunların sükûnetle tahlili, bu suretle yapılacak çalışmanın mihengidir.

 

Soyutlama başarısı, ayrıca, derindeki şablonların ortaya çıkartılmasında, önem taşır.

 

Topraklarımıza dönük olarak olanların tek başına müsebbibi olarak, emperyalleri göstermek, ne kadar naif bir yaklaşım oluşturursa… Onlar’ı, olanlardan, tamamen soyutlamak, ya da Onlar’ı, komplo teorilerinin özneleri gibi göstermek, bir o kadar  saflıktır. (Adam, yüz bin kişilik bir orduyla dibimize kadar girmiş, bizim için, bir “iyilik” düşünmeyeceğini varsaymak, gaflettir…)

 

Başka bir deyişle, ortada vasat var demek, bunu, birileri dışarıdan hiç kaşımıyor, demek değilldir. Birileri kaşıyor demek ise, ortadaki koşullar buna müsait bulunmamakta, demek, değildir.

 

Ulkemizde, bölgede ve benzer başka yerlerde vasat vardır, ancak bize dönersek, buraları, birileri fena halde kaşımaktadır.

 

 

 

YUVARLAK SON 35 YILIN

“A – a, STRATEJİK AZDIRMA” TEOREMİ İLE, TAHLİLİ

(Hemen hiç bir yerede yazılı olmayan, okutulmayan,  basit teorem)

 

Çekiç Güç

a (Örneğin Kuzey İrak Kürtleri)
_________________________________

 

A (Saddam)

 

 

 

Örneğimizde Büyük A Saddam olmaktadır. Silahlandırılır. Aslında silahlanmaya çok teşnedir zaten. Silahların parası da bir güzel ondan tahsil edilir tabii. Küçük a, yani bu örnekte Kuzey Irak Kürtleri, Büyük A’ya karşı dışarıdan hafiften kaşınır. Kuzey Irak Kürtleri’nin, arkasında durulur; bunlar azdırılırlar. Büyük A, yani Saddam celallenir, küçük a’ya yüklenmek ister.Büyük A’ya, yani Saddam’a, “Hakkındır, yapabilirsin, tabii, yapmalısın!” denir. Büyük A, yani Saddam, küçük a’ya feci yüklenir. Halepçe’deki gibi, katliam olur; ama kimse bir şey demez. Bu arada küçük a, yani Kuzey Irak Kürtleri, silahlandırılır. Ayrıca Çekiç Güç gelir. Büyük A’ya, “Sen, insan haklarını ihlal ediyorsun” denir; bir paralel çizilir, “Şuradan daha öteye geçmeyeceksin” ihtarında bulunulur. Bize ise “Çekiç Güç, PKK’ya karşı size karşı yardımcı olmak için geldi”denir. Ama civcivin yem saymayacağı bu lafa biz kanarız, kandık. İyi niyetle kandık. Kimseyi tezvir etmek için söylemiyorum. Propagandanın üstünlüğüdür, gerçekte bu!.. Sorumluluk MGK’larımızdan hükümetlere, oradan da Meclis heyetlerine kadar rücu eder. İlgili kurumu rencide ediyor olmamak için “Heyet”, sözcüğünü odağa koyuyorum… Uzatmayalım. Stratejinin büyüklüğü ve nihai hedefi olarak, sonunda, Büyük A, yani Saddam tepelenir ve küçük a’nın, yani Kuzey Irak Kürtlerininhavarisi olunur.

 

Basamaklandırarak özetlemekte yarar var:

 

  1. Büyük “A” silahlandırılır… Aslında silahlanmaya çok teşnedir. Silahların parası da bir güzel alınır.

 

  1. Küçük a, Büyük A’ya karşı (dışarıdan)hafiften kaşınır; arkasında durulur, azdırılır.

 

  1. Büyük A, celâllenir; küçük a’ya yüklenmek ister. Büyük A’ya “Hakkındır, yapabilirsin, yapmalısın!”,denir.

 

  1. Büyük A, küçük a’ya, feci yüklenir. Katliam olur (örneğin Halepçe’deki gibi),ama kimse, bir şey demez. Bu arada “küçük a” silahlandırılır.Ayrıca “Çekiç Güç” gelir, A’ya “Sen insan haklarını ihlâl ediyorsun!”, denir; “Şuradan öteye geçmeyeceksin”, ihtarında bulunulur.

 

  1. Bize ise, “Çekiç Güç size, PKK’ya karşı yardımcı olmak için, geldi!”,denir. Ama civcivin yem saymayacağı bu lafa,biz kanarız. (Propagandanın üstünlüğüdür, bu!.. Sorumluluk MGK’lardan, Hükûmetler’e, oradan da Meclis Heyetleri’ne kadar rücu eder…)

 

  1. Uzatmayalım, sonunda BüyükA tepelenir ve küçük a’nın havarisi olunur.

 

Otuz Yıl Önce Ankara Odaklı Olarak, Aynı Stratejik Denklem Yürürülüktedir

 

 

A (Ankara, 1980)  

 

 

(Güneydoğumuz’daki Kürtçü Yurttaşlarımız’dan Oluşan Odak)

 

 

30 yıl önce, Ankara odaklı olarak, aynı stratejik denklem yürürlüktedir! Nasıl? Burada Büyük A, Ankara-1980; küçük a, Güneydoğumuz’daki Kürtçü yurttaşlarımızdan oluşan odak. Kürtçü olunamaz mı; olunabilir. Türkçü olunabiliyorsa, Kürtçü de olunabilir. Esas itibarıyla oradaki sorunlara sahip çıkmamız, anlamamız gerektiğini düşünmüş bilim adamlarından biriyim. Ama şimdi, zihinlere girmeye çalışarak, stratejiye bakalım.

 

Türkiye’de 1970 sonlarına kadar terör tırmandırılır. (Biz de tırmandırmasaydık tabii…) Gençler, aynı kaynaktan geldiği, sonradan anlaşılan silahlarla birbirlerine kırdırılır. Biz hemen hiç bir gelişmeye karşı ayıkmayız. Siyaseten cepheleşme körüklenir. Askeri müdahale teşvik edilir… Sonunda 1980 müdahalesi olur. Laf ağızdan kaçırılır, “Our boys have done it”!diye, yani “Bizim çocuklar başardılar”!.. Esas itibarıyla, buradaki generallerin terörün ortadan kaldırılmasına dönük olarak “çok iyi niyetlice” davrandıklarını ifade edebilirim. Şu ki, artık Büyük A, Ankara olmuştur. Giderek küçük a, yani Güneydoğu’daki Kürtçü vatandaşlarımız kaşınırlar. Odak, PKK ve buna tutunan yurttaşlarımızdır. Büyük A’ya, yani Ankara’ya, o zaman yönetimde olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, “Hakkındır, yüklen tabii!” denir. Büyük A, yani Türk Silahlı Kuvvetleri de maalesef dünden teşnedir. Düşünmemişlerdir, hazır değillerdir, bu çözümlemelerden uzaktırlar. Yine “iyi niyetli” olduklarını ifade edeyim. Hiç kuşkusuz, tarih yargılayacaktır. Küçük a, yani Güneydoğu’daki Kürtçülerimiz’e fena halde kıyılır. Demeye kalmaz, küçük a, yani PKK iyice silahlandırılır, yüreklendirilir, “Aslanım, arkandayız, merak etme!” denir. Uzatmayalım. Bir punduna getirilip, çakma deliller, gizli tanıklar, acayip kurgular vesaireyle Büyük A, yani Ankara’daki eski Türk Silahlı Kuvvetleri odağı bertaraf edilir. Olmadı, sendeletilir. Küçük a’nın yine havarisi olunur.

 

Söylemezsem eksik kalır; Ankara’nın, yani Büyük A’nın, süreçte bin tane vebali vardır. Ama küçük a, Güneydoğu’daki Kürtçü hareket odağı aynı çerçevede fena halde kaşınmıştır. Hiç bunları konuşmuyoruz. O kadar böyledir ki, şu en temel düstur dahi unutturulmuştur: “Emperyalizmin kucağında milli kurtuluş savaşı olmaz”!

 

Unutturulmuştur. Keşke yanılsam, Kürtçüler, saf saf, kurtuluş savaşı gözlemektedirler.

 

**

 

Aynı stratejik denklem, ayrıca hızlandırılmış filim gibi  Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da, daha yeni oynanmıştır, oynanmaya devam edilmektedir.

 

Halen ise Suriye’de, yürürlüktedir.

 

Durum yakın Bölgemiz’de, son toplamda, şöyle bir şekil almaktadır.

 

Önce şu şekle dikkatli bakalım…

 

 

 Ankara

                                                                    aTürkiye
                                     a Suriye

 Suriye

 ASuriye

                    

                          aİrak

  Irak

 

  aİran

  İran

 

 

Bu durumda behemehal şu projelerin çağrıştığı, çıkartsanabilecektir…

 

Birinci Proje:

 

aİrak +  aTürkiye (Esasen bu proje, tamamlanmış gibidir.)

 

İkinci Proje:

 

aİrak +  aTürkiye+aSuriye (Yoldaki Projedir. Eylül 2013 itibariyle yarı yarıya başarıldığı söylenebilir.)

 

Kuzey Irak Kürtleri ile Güneydoğumuz’daki Kürtçü odak ve Suriye’nin Kuzeydoğusu’ndaki Kürtçü odak birleştirilir. Bu, yoldaki projedir ki (yıllar once tarafımızdan dikkatlere taşınmış olup), Eylül 2013 itibariyle, ilk somut filizleri ortaya çıkmış bulunmaktadır.

 

Üçüncü Proje: (Orta Vadeli Projedir.)

 

aİrak +  aTürkiye+aSuriye+aİran=Yeni küçük a

 

İran ise=Yeni Büyük A

 

Üçüncü proje orta vadeli projedir. Kuzey Irak Kürtleri + Güneydoğumuz’daki Kürtçü odaklar + Suriye’nin Kuzeydoğusu’ndaki Kürtçü odak + İran’ın bizim sınırımıza yakın bölgesinde bulunan Kürtçü odak birleştirilir, yeni bir “küçük a” imal edilir. Böyle bir resim çağrışmaktadır. İran ise bu durumda yeni Büyük A olmaktadır.

 

Dördüncü Proje:

 

Yeni Büyük A – Yeni küçük a arasında “Tekrar Stratejik Azdırma Denklemi” ile, bu sefer İran’ı vurmak…

 

Savaş böylelikle çok daha ucuza getirilebilecektir…

 

Çünkü ağızdan yel alsın, operasyon, Perulu, Meksikalı çocuklara değil, bölgeden tedarik edilmiş kürtçü çocuklara, gördürülecektir…

 

Bu beyanı, olmakta olanları, yıllar öncesinden görüp ihbar etme ayrıcalığıyla, ortaya koyduğumu, ifade etmek isterim… Türkiye’de hal-i hazırda akla gelebilecek her türlü melânet, bizim gafletimiz ve vebalimiz saklı olarak, buradan kök almaktadır. Tekrar pahasına, ancak yazının bu bölümünün bütünselliğinin sağlanması uğruna, vurgulanmasında yarar vardır:

 

PKK Sorunu

 

Türban / Ilımlı İslam

 

BOP Projesi / Yeni Osmanlıcılık

 

Demokratik Açılım

 

Füze Kalkanı Projesi

 

Zazaki’nin aynı bir Kırmanski potasında eritilmek istenmesi (Bu bağlamda, araları iflah etmez derecede bozuk, Talabani ve Barzani’nin bir araya getirilmesi)

 

Kimi mazarrat saklı olsa da, genel olarak Ergenekon (Bu olayın teknik olarak tek başına bizim kurumlarımız trafından başarılmayacağını, muhakkak dış yönlendirme ve destekle vücut bulduğunu düşündüğümü, kaydetmeliyim. Bu konuda, keza yan konularda Meclis araştırması neden hâlâ daha istenmemektedir, anlamak zordur!..)

 

Siyasetin demokratik zeminden uzaklaştırılması:

 

%10 Barajı

 

Giderek genel temsiliyet bunalımı

 

Partilerin içinde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması

 

Giderek devlet yönetiminde kuvvetler ayrlığının ortadan kaldırılması

 

Siyasetin demokrasi kisvesi altında “yalaka kültürüne” irca edilmesi

 

Üniversite’nin, tıpkı inanç dünyasında olduğu gibi şekilciliğe ve biat kültürüne rapt edilmek istenmesi

 

Anayasa Referandumu… Giderek Yargı’nın ele geçirilmesi…

 

Bu çerçevede, sandığa saygımız saklı olarak belirteyim, 12 Eylül 1980 ile 12 Eylül 2010 arasında, üniformanın değişmesinden başka bir fark yoktur…

 

 

Pentagon’a sadık generaller o gün kendilerince, ne kadar iyi niyetli idiler ise, bugün aynı odağa bağlı belli bir cemaatin mensupları, kendilerince, ilk bakışta o kadar iyi niyetlidir. Oysa her iki “topluluk” da fena halde kullanılmışlardır, kullanılmaktadırlar. Aynı bağlamda, artık Pinochet gibilere, ya da işte darbelere ihtiyaç hiç kalmamıştır. Çünkü medyayı ve finans çevrelerini kontrol edenler aynı amacı, pakalâ sağlayabilmektedir.

 

Özetle Türkiye, kendi basiret özrü, elbette saklı olarak (nereden bakarsanız bakın) PKK, ya da darbecilerle değil, son toplamda, dış güçlerle uğraşagidiyor…

 

**

 

Şimdi Türkiye’deki ve Bölge’deki enerji tablsouna, gerektiğinc,e Dünya’daki üst gelişmelereden izdüşümler edinmeye özen göstererek eğiliyoruz.

 

Doğu Anadolu’daki Su Gizilimiz

 

Olgu: Ülkemizin su gizillerinin, o arada hidroelektrik üretim imkânlarının, önemli bir bölümü, Doğumuz’daki ve Güney Doğumuz’daki petrol ve doğal gaz havzalarıyla, kolkola gibidir.

 

Olgu: Doğu Anadolu’daki suyumuz, yalnız bizim için değil, bilhassa güney komşularımız için de hayatidir.

 

Kimi Temel Stratejik Denklemler: Fosil Kaynaklar “Yakında” Bitecektir.

 

Olgu: Petrol ve doğal gaz kaynakları sonludur ve muhakkak bitecektir.

 

Olgu: Ne zaman bitecektir, çeşitli kestirimler bulunmasına rağmen, sorunun cevabı tam bilinemeyecektir.

 

1970’lerin sonlarından bugünlere bakıldığında, söz konusu kaynakların tükenmeye yakın gelmesi gerekmektedir. Ama öyle olmamıştır. Yine de içinde olduğumuz yüzyılın ortalarında petrol ve doğal gazdan yana beklentilerin önemli ölçüde tavsamış olacağı kestirilebilir.

 

Olgu:  Kestirim, ne kadar doğruysa, aşağıda ayrıntılandırılacak olduğu şekliyle, enerji kaynaklarının, bize ve bölgemize, neredeyse çepeçevre havzalar kuruyuncaya kadar, ne yazık ki hemen hiç rahat vermeyeceği yazgısını beraberinde getirdiği de, o kadar doğrudur.

 

  1. Yüzyıl’da, Hafsala Dışı Sayılacak Kadar, İptidaî ve Vahşi BirEnerji Savaşı

 

Olgu:   Böylesi bir ferahlamaya karşın, asrın “Beyefendi Egemenleri”; sözde medeniyetin; insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün doruk değerler kılındığı düzleme yükseldiği bir çağda, her halde hafsala dışı sayılacak kadar iptidaî ve vahşi bir enerji savaşının girdabında, kendi aralarında da, başkalarıyla da, boğuşmaya gömülegitmektedirler.

 

Olgu:  Gerçekte, örneğin ABD’nin egemenlerinin 2003’te, Irak’a yaptığı müdahale, keza Dünya’nın, Vietnam’dan başlayarak, başka yerlerinde sergiledikleri, onların gerçek hevesleriyle ilgili ipuçlarını, kesin çizgileriyle belirginleştirmiştir.

 

Olgu:   Durum, Avrupa’dan başlayarak, diğer güç odakları açısından, pek farklı değildir.

 

Hayatın İçinden Gelen Teoremler

 

Bu itibarla, hayatın içinden gelen şu teoremler, dikkat çekici sayılacaktır.

 

Teorem:    Enerjinin ya da diğer can alıcı harhangi bir metaın olduğu yerde, muhakkak “siyaset” vardır. Hatta “kirli siyaset”vardır. Hatta hatta, “kanlı siyaset” vardır.

 

Teorem:    Birilerinin derdi, yalnızca kendi meselelerini çözmek değildir. Aynı zamanda, öteki herkesi mümkün mertebe, çözümsüz bırakmak, bu çerçevede kendine olabildiğince, tâbi kılmaktır.

 

Teorem:   “Hepimiz Birimiz, Birimiz Hepimiz İçin”, hiç bir biçimde değildir; “Hepimiz sadece ve sadece, birimiz içindir”. Böyle olmazsa, “kıyamet kapıda”, demektir.

 

Teorem:    Benim olan onundur. Onun olansa… Şaşırmayalım, lütfen… Yine onundur.

 

Teorem:     Çeşit çeşit ideolojik söylemler, özlerinde hangi “yüce değerleri” bulunduruyor olurlarsa olsunlar, arkalarından hangi samimi kitleleleri sürüklüyor bulunurlarsa bulunsunlar, bunlar egemenlerin ağızlarında, son toplamda, palavradır.

 

Teorem:     Esas olan, üstelik  devletler katında, örgütlü aydutluktur. (“Emperyalizmin”, Türkçesi, Budur!)

 

Teorem:     Yakın ya da uzak tarihteki, mazlumlara yapılmış her saldırı, tam da, böyledir.

 

Teorem:     Bu çerçevede, Saddam elbette bir felakettir; ne ki onu besleyip büyüten batılı felâket mimarlarının yanında, miniyatür bir felâket, kalmaktadır.

 

Bu aşamada, günümüzde dünya sahnesindeki, baş bir aktör, sayılacak olan ABD’nin dinamiklerine eğilmek yerinde olacaktır.

 

ABD’nin Stratejisi: En Önce, “Opec Petrolü” Bitirilmelidir ve Dışarıda “Koz” Bırakılmamalıdır.

 

Strateji: ABD şöyle bir çeyrek yüzyıldır, en önce OPEC (Organızatıon of Petroleum Exportıng Countrıes) petrolünü tüketmeyi istemektedir.

 

Bu stratejinin kurgusu, görülebildiği kadarıyla, şöyledir…

 

  1. i)  ABD, kendi kaynaklarının önemli bir bölümünü, ileriye saklamaktadır.

 

  1. ii)  Bu arada dünya kaynaklarının tasarrafunda, yalnızca en büyük payı almayı istememekte, bu kaynaklardan, rakiplerine, özellikle de Avrupa’ya ve Japonya’ya yönelecek payları, azami derecede kontrol altında tutmayıMübah olsun olmasın, mümkün her yolu deneyerek, emeline ulaşabilirse, bu, ABD açısından, aşikâr bir üstünlük unsurudur.

 

iii) Dünya kaynakları tükenmiş olarak, kendi kaynaklarını tasarruf edebilecek olması da, ABD açısından tabiatıyla, bir üstünlük unsurudur.

 

  1. iv) ABD, yeni teknolojileri, dünya kaynakları belirgin ölçüde tükenmedenharekete geçirmek, istememektedir. Böylelikle, dışarıda “onun, bunun”elinde “koz” olarak kalmış olabilecek, dişe dokunur, hiç bir meta bırakmamış olabilecektir.

 

  1. v) Aynı zamanda dışarıda kalmış, ama iyice seyrelmiş klasik kaynakların fiatı, zaten yükselmiş olacaktır… Bu suretle ancak, yeni teknolojiler zemininde, rakipsiz bir biçimde, pazar hakimiyeti tesis edebilecektir.

 

ABD’nin 2003’teki Irak Müdahalesi, “Müthiş Bir Stratejiyi”, İşaret Etmektedir!.. Bu Strateji Bugün Hala Yürürlüktedir!..

 

Bu bağlamda, ABD’nin 2003’teki irak müdahalesi, gayrı insanî boyutu kuşkusuz saklı olarak, müthiş bir stratejiyi işaret etmektedir:

 

  • Orta Avrupa, enerji açısından kuraktır. ABD Irak’a yerleşmekle, Orta Avrupa’nın enerji can damarını eline alıvermektedir.
  • Japonya da, enerji açısından, kuraktır. ABD, Irak’a yerleşmekle, Japonya’nın, enerji can damarını ayrıca, eline alıvermektedir.
  • Aynı olgu Kuzey Amerika, yani Kanada için, geçerlidir. ABD Irak’a yerleşmekle, Kanada’nın da, petrol can damarını, eline alıvermektedir.
  • Bu çerçevede ABD; petrolü, varili bir kısa bir süre önce, 140 $’dan fazlaya (şimdilerde yuvarlak 100 $’a) satanlar arasında, yer almaktadır.
  • Öyleyse, ABD, söz dünya ülkelerinden, kendine, daha doğrusu kendi iktidar odaklarına, fahiş bir kaynak, transfer etmiştir, ayrıca etmeye devam etmektedir.
  • Aynı çerçevede, ABD’de, görünür görünmez iktidar odakları; petrol ABD’de de bu fiyattan satıldığından, kendi halkları üzerinden de, çarpıcı bir kâr sağlamaktadırlar.
  • ABD aynı bağlamda, vurgulayalım, dışarıdaki kaynakların tüketimine yüklenmekte, kendi özkaynaklarını, ileriye dönük olarak, saklayabilmektedir.
  • ABD aynı çerçevede, dediğimiz gibi, dışarıda, örneğin işte Saddam gibi olanların hükümranlığında, koz bırakmamaktadır…

 

  • Bölgede Rusya, sesini hemen hiç çıkartmamaktadır, çünkü o da petrolü, varili yüz dolardan fazlaya, satanlardandır… Dolayısıyla ABD, Rusya’ya, bir anlamda “sus payı” vermektedir. Bu durumdan Rusya, çok memnundur, çünkü hemen neredeyse, tüm dış borçlarını, ödemiştir.
  • 1980’de, petrol fiyatları, varili 35 $’a çıkınca, yeri göğü birbirine katanlar, şimdilerde seslerini neden hiç çıkartmamaktadırlar, acaba?
  • Çıkartmamaktadırlar, çünkü, o zaman seslerini çıkartanlar, bugün petrolü, üstelik dört kat daha fazla fiyata satanlardır!..
  • Buradan çıkan temel bir sonuç (“girişim özgürlüğü”, “yarışmacı piyasa ekonomisi”, böylesi bir yapıda ise, “serbest fiyat teşekkülü”, gibi), temel ögeleri kulağa hoş gelen, liberal ekonomi söyleminin, son toplamda, bir palavra olduğudur. Esas olan, örgütlü haydutluktur.
  • Egemenler, bu bağlamda işte, yalnızca, sattıklarının değil, aynı zamanda, satın aldıklarının da fiyatını belirlemek istemektedirler.
  • Her hal-u kârda, Avrupa’nın ABD’ye karşı sesi çıkmamakta; petrole haracı; hemen tüm dünya gibi; OPEC ülkelerine; şimdilerde ise; petrol ihraç eden bir ülke olmuş, ABD’ye, ödemektedir.
  • Öyleyse savaş; getirisi en yüksek yatırım alanı, olmaktadır. ABD egemenleri, onun için bölgededir… İnsan hakları ve saire laf-ı güzaftır… Aslında tam değil; insan hakları savunucusu çoğu batılı ülke, bu hakları, kendi cinayetlerini örtmek için savunmaktadırlar; o kadar… Çok vahşi, ama böyledir…
  • Korkarız ki, emperyaller açısından, yenmek yenilmek, hiç önemli değildir. Son toplamda, ne kadar kâr, hükûmet olanlarının arkalarında bulunanlara transfer olmaktadır, önemli olan budur… Vietnam’da da budur… Irak’ta da budur… Vietnam’da bir milyon ton bomba atılmıştır… Bir milyon insan ölmüştür… Demek ki, ölen insan başına bir ton bomba atılmıştır. Tek bir kurşunun insanı öldürmeye yettiği hatırlanırsa, insan başına fazladan bir ton bombayı atanlar, niye atmışlardır?.. ABD Vietnam’da yenilmiştir… Ancak, süreçten son toplamda, bomba yapımcıları kârlı çıkmaktadırlar!..
  • Öyleyse, yenmek yenilmek hiç önemli değildir. İnsan hayatı ise, katiyen önemli değildir. Savaş; kârı en yüksek sanayiidir. Ayrıca kâr, ne kadar kan dökülürse, o kadar yüksek olmaktadır…
  • Böyle bir bağlamda, bölgede, tam da birinci dünya savaşı zemininde olduğu gibi, emperyaller, kendi aralarında savaşmaktadırlar…
  • Yeri gelmişken söyleyeyim: Birinci Dünya Savaşı (1914 – 1918) = Birinci Dünya Enerji Savaşı, olmaktadır. Çanakkale Savaşları (1915 – 1916) (bir boyutuyla olsun) “Berlin – Bağdat Demiryolunun”, “Sirkeci – Haydarpaşa bağlantısı” kesilmek suretiyle, akamete uğratılmak istenmesi, anlamındadır.
  • Ermeni Çeteleri’nin, tam bu sırada, doğuda silahlandırılmalarını ise, Osmanlı kuvvetleri’ni Çanakkale savunmasında zayıflatmak üzere, Londra, Paris ve Moskova Hariciyeleri’nin ve Genelkurmayları’nın, geliştirdiği olağan bir stratejisi saymamak için, kör olmak gerekir.
  • Söz konusu belgeler, bilhassa Fransa’da ve İngiltere’de, hala daha kozmik gizlilik derecesi ile muhafaza ediliyor, olmalıdır.
  • Ayrıca, hem Çanakkale’ye yüklenilmek, hem de Anadolu’nun Doğusu karıştırılmak suretiyle, Osmanlı Kuvvetleri Ortadoğu’da, rahatlıkla etkisiz hale getirilmiştir.
  • Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşı’nın (hiç bir yerde telafuz edilmeyen) üç temel stratejisi, gerçekleştirilmiştir:
  • Petrol bulunduran toprakları İstanbul’dan çöz.
  • Müslüman toplumları İstanbul’dan çöz.
  • Almanya’yı, Ortadoğu’dan kov.
  • Şimdilerde yeni kukla Osmanlı marifetiyle, ikinci adım geri alınmak istenmekte, müslüman toplumlar Ankara’ya bağlanmak suretiyle, kolaylıklı bir Orta Doğu yönetim modeli üzerinde çalışılmaktadır.

 

ABD ve AB Arasında, “Nihai Egemenlik” Kavgası…

 

Olgu:  Söz konusu gelişme, tıpkı işte örneğin, yakın geçmişe kadar fiili olarak var olan Fransa ile Almanya’nın düşmanlığı gibi, son toplamda, ABD ve AB arasında, nihai egemenlik kavgalarına yol açabilecek gibi, durmaktadır.

 

Olgu:  O kadar böyledir ki… Nasıl ki, daha Birinci Dünya Savaşı, ana bir veçhesi itibariyle… Önemi daha o zaman çoktan anlaşılmış olan Orta Doğu’ya uzanmada, Osmanlı devleti üzerinden, Almanya ile Fransa ve İngiltere’nin, Rusya destekli kapışmaları demek olarak, yorumlanmak, yerinde olacaksa, bugün Orta Doğu kaynaklarına dönük olarak, ABD ve AB, işte tam da, böyle saflaşmaktadırlar.

 

Olgu:  Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı, gerçekte, Birinci Dünya Enerji Savaşı’dır.

 

Olgu:  Müttefikler bu çeçevede, Çanakkale’ye yüklenirken, bugüne kadar hiç telaffuz edilemyen bir açılım olarak, işaret ettiğimiz şekliyle, esas, Berlin – Bağdat Tren yolunu, makaslamak… Giderek, kendilerine katmak, istemektedirler. Bu bağlamda, hatırlansa yeridir: Haydarpaşa Garı, 1908’de, Almanlar tarafından, inşa edilmiştir.

 

Olgu:   Çanakkale Savaşları sürecinde, gündeme gelen Ermeni Meselesini bu çerçevede değerlendirmek, gerekir.

 

Olgu:    Batılılar açısından, maksat, tam hasıl olmuştur, denilebilir.

 

1)  Almanya bölgeden kovulmuştur.

2)   Petrol bulunduran topraklar,  İstanbul’dan çözülmüştür.

3)   Aynı bağlamda, müslüman topraklar İstanbul’dan çözülmüştür.

 

Olgu: Günümüzde yaşanan hiç bir şey, bölgede, yüzyıl önce yaşananlardan, bağımsız sayılamaz…

 

Olgu:  Örneğin, bünyemizde yaşanan PKK olayını, iyice soyutlayarak, tek bir cümlede tasvir etmeye sıkışsak, denecek olan şudur; ABD ve AB, bilhassa da ABD ile Almanya, biraz da Fransa, ayrıca İngiltere’yi karşılarında bularak, PKK üzerinden,bizimle ve kendi aralarında, kıyasıya, kapışmışlardır.

 

Olgu:  Sözde müttefiklerimiz, bize helikopter verirken, PKK’yı, görünen o ki, roketatarlar ve mayınlarla donatmışlardır. Bu noktada bilhassa, ABD ilgili yönetimlerinin, bize karşı, eşyanın tabiatında olarak, ikili oynadığını ifade etmek, hiç abartılı sayılmamalıdır.

 

Olgu:  Bu tesbite “bir ve yalnızca bir cümle” daha ekleyecek olursak, o da şudur; ABD Orta Doğu’dan, Avrupa Birliği’ni kovmuştur.

 

Olgu:  Avrupa Birliği’nin, “ABD’nin, Irak’a müdahalesine” karşı çıkması, esas bundandır; yoksa müdahalenin uluslararası tabandaki gayrı meşruiyeti, AB’nin müdahaleye muhalefetinde, bahanedir.

 

Çekiç Güç ve Irak’tan Başlayarak, Kürt Devleti Tasavvuru: Artık Tasavvur Olmaktan Çıkmıştır. Fiiliyattadır.

 

Olgu:   Çekiç Güç’ün, “gayet dostane bir yaklaşımla PKK’yı sindirmek için tesis edildiğini” düşünenlerimiz çokça olsa da, bu fevkalâde ilginç konseptin, işte 1991’de, Güney Doğu sınırımıza yerleştirilmesi, daha o günlerden bugünlere dönük “derin bir planlamanın” ürünüdür.

 

Bölgedeki “Mutasavver Kürt Devleti’ni” de… Hiç kuşku yok, 1991’deki Körfez Savaşı da… Sonraki müdahaleler de… Son, 2003’teki, Irak çıkartması… Bütün bu olayların gerisinde “derin bir planlamanın” bulunduğunu, artık iyice belirginleşmiş olmalıdır.

 

Olgu: “Planlamalar var demek”, “bunlar yüzde yüz başarıya ulaşacaktır”, demek tabii değildir. “Yer yer başarısızlıkla sonuçlanan planlar oluyor” demek ise, “Uzun vadeli planlar yapılmamakta” demek hiç değildir.

 

Konuya bir parça daha ayrıntılı yaklaşmak, bizim açımızdan hayatidir.

 

Dünya Güç Odaklarının İkili Ya Da Çoklu, Kendi Aralarındaki Çatışmaları,  Bir Biçimde, Ama Muhakkak Bölgemizde, Daha Da Özelde Ülkemiz Üzerinde, İzdüşümler Vermektedir.

 

Olgu: Avrupa’da, “Fransa-İngiltere-Almanya” üçgeninin her üç kenarı da; bu üç ülke, AB çatısının temel direğini oluşturmakla birlikte, bilinen tarihi nedenlerle, keza, AB içinde son toplamda, kimin lider olarak öne çıkacağına ilişkin çekişmelerin meydan verdiği rüzgârlarla, hâlâ daha gerginlikler sergilemektedir.

 

Olgu:  Diğer bir yandan ABD’nin, bu ülkelerden bilhassa Fransa ve Almaya ile, başta Avrupa üzerinde oluşan ticaret gerginlikleri, ortaya çıkmaktadır.

 

Olgu:  Başka bir yandan, başta Japonya, öndeki uzak doğu üreticileri ile, Avrupa  devlerinin, öncelikle Avrupa üzerinde oluşan, ticaret gerginliklerinden söz etmek, yerinde olur.

 

Olgu: Son olarak ise, ABD ile, yine başta Japonya, öndeki uzak doğu üreticilerinin, bilhassa Avrupa Pazarları üzerindeki rekabet çatışmaları, çözümlememizde anılmak yerinde olacaktır.

 

Olgu: Bir defa bütün bu zıtlıkların, öyle ya da böyle, ülkemiz üzerindeki izdüşümlerini hissetmemek, mümkün görünmemektedir.

 

Batı Dünyası, Orta Doğu ve Biz: Temel Teorem

 

Öyleyse, ülkemize dönük hemen her çözümlemede, şu “temel teorem”, hatırlanmak yerinde olacaktr:

 

Teorem:  Yerel özelliklerimiz saklı olarak, Japonya dahil, Batılılar’ın bilhassa “Avrupa Zemininde” yaşadıkları gerginliler ve çekişmeler, bölgemize ve bize, bire bir, örtülü örtüsüz, daha şiddetli ya da daha az şiddetli, ama muhakkak, yansımaktadır.

 

İşte dediğimiz gibi, ilginç bir örnek, PKK olayıdır.

 

Sonuç

 

Türkiye; böyle bir gelişme sürecinde en önce topraklarında sosyal adaletle, toplumsal barışı; zedelenemeyecek biçimde, tesis edebilmelidir. Sosyal adalet ve toplumsal barış, asla vazgeçemeyeceğimiz, en temel hedeflerimiz, olmalıdır.

 

Bölgedeki her türlü güvenliğin, o arada enerji güvenliğinin baş koşulu budur.

 

Globalleşme, bir boyutu itibariyle, ne yazık ki, devletler boyunda, hatta uluslararası, “örgütlü bir eşkiyalık” olarak karşımıza gelebilmektedir. Lamı cimi yok, bu savı ne yazık ki destekleyen gelişmeler ortada, hatta yanıbaşımızdadır.

 

Türkiye, en çok kendi içindeki huzurdan, bu çerçevede kökleşecek ulusal  dayanışmasından, destek alarak, Bölgemiz’e, keza Dünya’ya, “gerçekçi” ve “kişilikli” bakabilmeli, ona göre davranabilmelidir.

 

Bizim, bizden başka dayanağımız yoktur. Bu çerçevede “Millilik Vasfımızı”, Dünya ne kadar globalleşirse globalleşsin, güçlendirmemiz gereği, öne çıkmaktadır.

 

Türkiye’nin, ABD ya da AB, ya da başkaca global bir güç odağından birini, bir diğerine yeğlemek için bir sebebi yoktur.

 

Hepsine eşit mesafede durmamız, özellikle Cumhuriyet Tarihimiz’in pırıltılı sayfalarının bize öğrettiği bir düsturdur.

 

 

 

Başka Bir Deyişle, Türkiye:

 

  • Bugüne kadar, kendisine, sadece bir “ileri karakol”, bir “gözetleme ve dinleme mevkii”, bir “üs”, bir “zıplama platformu”, şimdilerde ise taşeron olarak bakmış bir ABD ile,
  • Kendisine hep ikircikli yaklaşmış bir AB’ye,
  • Keza, soğuk savaş yıllarında, ne yaşanmış olursa olsun, bugünkü Rusya Federasyonu’na, eşit uzaklıkta durabilmelidir.
  • O arada, irili ufaklı öteki odaklara, bilhassa İran’la ve Çin Halk Cumuriyeti ile, belli bir  “akılcılık”,  “kararlılık”  ve  “ahenk”  içinde, yine eşit uzaklıkta durabilmelidir…
  • O arada bölgede ve Dünya’da mazlumlarla dayanışma açılımları geliştirmeyi,  başarabilmelidir.

 

Çünkü, antiemperyalizm ve bağımsızlık bizim karakterimizdir.

 

Başka türlü davranmak, bize hiç yakışmıyor.

 

Şu saydıklarımız, atla deve değildir…

 

Ne ki, eğer sıralayageldiğimiz hedeflere ulaşabilirsek, işte esas o zaman “jeostratejimizin” doğasındaki kilit özelliklerin keyfini, öteki türlü olacağına oranla, daha çok çıkartabiliriz…

 

Bu bölgede, yerinden hiç bir biçimde kımıldatılamayacak, güçlü bir ülke oluruz…

 

Hatrımızda, bu takdimden, kısaca ne kalmalı:

 

Enerjinin Görünmeyen Yüzü,

 

  • Siyaset,
  • Hatta kirli siyaset,
  • Hatta hatta, kanlı siyasettir.

 

Pekiyi Görünenlerden…

 

  • Çekiç güç (1991),
  • Bitmeyen PKK olayı,
  • Türkiye’de terörün 1980’e doğru, tırmandırılması,
  • 1980’de, Irak’ın İran’a saldırtılması, giderek 1988’e kadar süren İran – Irak Savaşı,
  • Irak’ın işgali (2003), olayın bugünlere uzanan boyutları,
  • Şimdilerdeki, ne olduğu hala daha tam belli olmayan “demokratik açılım”,
  • Mutasavver (Eylül 2013 itibariyle artık yarı yarıya kurulmuş) Kürt Devleti,
  • 2001’den başlayarak, Afaganistan’ın bombalanması ve buraya yapılan çıkartma,
  • Ermeni sorunu, diye, habire kaşınan sorun,
  • İran’ın, nükleer faaliyeti bahanesiyle, devamlı taciz edilmesi,
  • Sevgili Uğur Mumcu’nun cinayetinin, İran tarafından işletildiği, izlenimi  verilmek suretiyle, Türkiye ile İran’ın arasına girilmek istenmesi,
  • Hatta, açık söyleyeyim, türban sorunu çerçevesinde, Türkiye’de, şekil zemininde olsun, sünnî bir katılığın yerleştirilmesi suretiyle, Türkiye’nin Şii İran’la karşıtlaştırılmak istenmesine dönük, gayretler,
  • Türkiye’ye yerleştirlmek istenen (pek çoğu bu arada yerleştirilmiş bulunan), füzeler, bu arada, bayağı bir cemazi-ül evveli olan füze kalkanı projesi,
  • Türk Silahlı Kuvvetleri’ne dönük sistemli olarak tırmandırılan tacizat…

 

 

Bütün Bunların, “Arka Yüzü” Nedir:

 

“Enerji”!..

 

  • Bu çerçevede bölgeye o arada Türkiye’ye yeni bir elbise giydirilmek isteniyor olacaktır. Ya da o elbiseyi çoktan giymiş bulunmaktayızdır.
  • Buna gore, değerleri, kavramları, kurum ve kuralları, maalesef çoğunlukla ıskalanmış bir demokrasi, hükümran olsa, bu, dış bir bakışla, memnuniyet kaynağı olur.
  • Partiler yasası, seçim yasası, buna göre dikilmelidir.
  • Vaziyet, yapay gündemlerle idare edilmelidir.
  • Uyduruk kıytırık televizyon programlarıyla, beyinler iğdiş edilmelidir.
  • Siyaset, üç bilemediniz dört, adam, milyonların önünde takoz gibi tutularak, kontrol altında bulundurulmalıdır.
  • Bu adamlar, Dünya egemenlerine biat etmelidirler.
  • Bunların yönetimindeki iç siyaset ise, yalaka kültürüne irca olmalıdır.
  • Silahlı Kuvvetler, milli olmaktan çıkarılmalıdır. Bilhassa uluslararası sermayenin fedaisi olmalıdır.

 

  • İnanç, şekle indirilmelidir. Özünden uzaklaştırılmış bir  inanç olmalıdır. Fakir, zengin, sorgulanmamalıdır. Bu Allah’ın emridir çünkü, herkes kaderine razı olmalıdır. Fakirlik, “Allah’ın Fakiri İmtihanı”dır. Böyle algılatılmalıdır. Komşun açken sen tok yatabilirsin. Fakire sadaka verirsin, olur biter!
  • Eğitim, anlamaya, düşünmeye, aydınlanmaya dayanmamalıdır. Ezberci olmalıdır; “Efendiler”e maiyet memuru, yetiştirmeye hizmet etmelidir.
  • Tabii bir de yargı var…
  • Bu da, halledilmelidir. Halledildi!.. (İlginçtir, bu sözü ilk üç yıl once, 2010’da söylemişim…)
  • Adalet mülkün temelidir. Ama buradaki mülk, bildiğimiz devlet değil, egemenin mülküdür! Adalet, onu korumak üzere biçimlenmelidir.
  • Son bir sözü, Kürt devletine sempati ile bakan, Kürt kardeşlerimize demek isterim:

 

–  Emperyalizmin Kucağında Milli Kurtuluş Savaşı Olmaz…

 

Devam Edelim…

 

“Liberal ekonomi”, “demokrasi”, “temel haklar ve özgürlükler” söylemi, içindeki şu saygıdeğer kavramlara rağmen, egemenlerin ağızlarında, riya ve lâf-ı güzaftır… Esas olan devletler katında “örgütlü kabadayılıktır ”.

 

Bize Bu Bölgede Rahat Yok… Olsun…  İdmanlıyızdır…

 

İsmet Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında, bir ara  dediği gibi:

 

–   Soğukkanlılıkla, Mücadeleye Etmeye, Devam Ederiz!..

 

Haa, bir de, Gazi’nin dediği gibi (bu sefer epey bir uzun sürdü, ama olsun):

 

– Geldikleri Gibi Giderler!..

 

 

 

[*]    Durup duruken, Sultan Abdülmecit’in doğum gününü kutlamak… Abdülhamit İstibdadına karşı başkaldıranların, darbeci olduklarını, ileriye sürmek… Onlar’ı bir de istibdadın yanında durarak, darbeci” ilan edenleri ise, demokrat göstermek… Muhteşem Yüzyıl” gibi sıradan bir dizinin çeşitli  kesitlerine, “Ecdadımız küçük düşürülüyor!”, diye karşı, avazeler (üstelik dizi bilmem kaçıncı halkasına gelmişken), çıkarmak… Bütün bunlar, nereden çıktı acaba? (Tepkiler, Yeni Osmalıcılık Mimarları’nın tepkileri  olup,  dışarıdan örgütlenmedi ise, doğrusu çok şaşırırım.)

 

[†]    Bu olayın teknik olarak tek başına bizim içimizde vücut bulmuş şer odaklar tarafından başarılmayacağını, muhakkak dış yönlendirme ve destekle beslendiğini düşündüğümü, kaydetmeliyim. Bu konuda, keza yan konularda Meclis araştırması istenmelidir. Ne hazindir ki istenmemektedir!..

 

[‡]    Söz konusu anlaşma, 2002’de ortaya gelmiş bir metindir. Bu metni Hükumetimiz 2010’da imzalamıştır. Ama metin, Meclis Genel Kurulu’na getirilmemektedir; anlaşma bu yüzden, yasalaşamamaktadır. Yasallaşsa oysa, mühürsüz, imzasız, çoğunlukla uyduruk olduğu ortaya çıkmış, bilişim verileri ve yalnızca bu veriler zemininde, bırakın özneleri yıllarca tutuklu bulundurmayı, giderek haklarında hüküm tesis etmeyi bir yana, bahse konu özneler hakkında tek bir “isnatta” dahi bulunmak mümkün olmayacaktır. Bu çerçevede, Ergenekon ve Balyoz davaları itibariyle  yıllardır tutuklu yargılanan pek çok güzel insanımız behemehal özgürlüklerine kavuşacaklardır.

 

Comments are closed.