Ağaçkakan’la Bir Güz Sohbeti

Prof. Dr. Tolga YARMAN

Ağaçkakan, Sayı 14
Kasım-Aralık 1994

Ağaçkakan’ı zevkle okuyorum. Derginin çıkmasına katkısı olan herkesi, tekrar, yürekten kutluyorum.

Dergide arada bir benim de görüşlerime yer veriliyor. Bundan kıvanıyorum.

Derginin Mayıs-Haziran 1993 sayısında, Değerli Aylin Gençoğlu geçtiğimiz baharda Milas ve yatağan’da yaptığım konuşmalara atıfta bulunuyor.

Hayli “ateşli” ve “tartışmalı” etkinlikler olmuştu, geçen bahardaki Milas ve Yatağan etkinlikleri… Başta Sevgili Aylin, gençlerimizin, o arada halkımızın gösterdiği “üst duyarlılık” beni “yürekten” sevindirmişti.

Biliyorum, çok kimse söylediklerime şaşırmıştı; görüşlerimden pek “mutlu” olmamıştı. Ama umarım; beni ve “kişiliğimi” bilen hemen herkesin teslim edeceği gibi; “içtenlikle” söylüyorum.

Gerçi toplumumuzda “bilim adamı imajı”; bilim adamlarımızın “akademik bir zihin yapısını” maalesef çok örneği itibariyle geliştirememiş olmalarından dolayı, bir hayli yıpranmıştır. Yine de, her akademisyeni, “asbesti” ve yahut “radyasyonlu çayı”; ne yaptığını bilmeden yüze göze bulaştıran, görev idrakinden uzak Bakanlarla özdeşleştirmek, çok yanlış olur.

Sevgili Aylin “Bir Tatlı Bahar telaşı ki, Sormayın !” başlıklı güzel yazısında, sanıyorum “telaşla” bana “haksızlık” etmiş.

Sözlerimle, ona gocunduğum sanılmasın. Ama bazı davranışların, “içinde yetiştiğimiz ölçütler” itibariyle olsun, yerli yerine oturtulmasına yardımcı olmada, “sorumlu” sayıyorum kendimi.

Bir defa, Sevgili Aylin yahut öteki gençlerimiz bir çırpıda, bizlerin hangi birikimlerden geldiğimiz, doğadır ki algılayamayabilirler.

Bir örnek vereyim.

Ozan’la (oğlum) bir ara ilkokul matematik problemleri çözüyorduk. Yanlış yaptı. Doğrusun gösterdim, inatlaştı, kabul etmedi. Tekrar tekrar anlattım. Söylediklerimi “gerekçesiz” redetmeye devam etti. “Niye böyle yapıyorsun” dedim. Bana kızdı. “Sen sanki nereden biliyorsun?” dedi. Ozan, bir ölçüde haklıydı. Benim nereden bildiğimi bilmiyordu. O düzeyde kolaydan da göremezdi. Birazcık olsun, konuyu “kişilik” meselesi yapmaktan çıkarabilse, özellikle de “tartışmanın mantığına” kulak verebilse; bana inanmak için konuyu salt, nereden bildiğimin (yaldızlı, mühürlü) sertifikasını soruşturmayabilirdi. Bu öykünün tümünü, Sevgili Aylin’in hakkımdaki sözlerine atfen söylüyor değilim. Ama o da bana biraz Ozan gibi, işte sanırım elde olmadan, “haksızlık” etmiş.

Bir defa onun söylediği gibi, milas’ta ve Yatağan’da “radyasyon sorununu tartışmanın mümkün olmadığı” hiç doğru değil. Gündeme getirilen tüm sorulara, ben şahsen, üstelik ayrıntısıyla cevap verdiğim düşüncesindeyim.

Benim, “albenili anaforlara” kapılarak geçit vermeye hiç hakkım olmayan bir gelişme; “mahkeme arızası”yla “bilgi noksanı” üzerine sık sık kurulduğunu üzüntüyle izlediğimiz; “tartışmaya” ayrıca yatkın olmayan, “yargı türü”dür.

Yatağan’daki Kanserli Berber…

Genç bir arkadaşımız, sanıyorum (beni bağışlasın) Yatağan’da, “içtenlikli” olduğundan hiç kuşku duymadığım bir kaygıyla; ama hayli “eksik” bilgi, daha olumsuzu fevkalade “arızalı” bir mantıksal şablonla, Yatağan radyasyonunun (yaygın) kanser yaptığına kanıt olarak orada Yatağan İlçesi’nde rastgeldiği “kanserli bir berberi” gösteriyordu:

– Siz buradaki radyasyonu önemsemiyorsunuz; pekiyi öyleyse, bu berber, nasıl olmuş da kanser olmuş, demeye getirerk ; kendince hem Yatağan Santrali’nin muhakkak “kanser” yaptığını kanıtlıyor; hem de, bunu bir türlü kabul etmeyen, kötüsü görmeyen, anlamayan bir uzmandan (saygıyla söylüyorum) benden, hesap soruyordu!..

Söz konusu değerli arkadaşımın, bana olan sevgisine güvenerek; onu kesinlikle değil; nedir ki, sıkca rastladığım şu “çerçeve muhakeme biçimini”, dikkate getirmek istedim.

“Mantık sağlığı” açısından, “olası tuzaklara”, çok dikkat etmek gerektir. İki olay “aynı zamanda” vuku buluyorsa; biri mutlaka ötekinin sebebi (veya sonucu) değildir. Yani, bu iki olayın arasında “nedensel bir ilişki” olmayabilir. Örneğin, ben bu yazıyı yazarken aynı zamanda telefon çalıyorsa; bu, ben yazıyı yazdığım için telefon çalıyor, yahut telefon çaldığı için ben yazı yazıyorum, demek değildir. Ben yazıyı yazıyorum, o sırada da telefon çalıyordur. Buradan, başkaca bir “çıkartsama” yapamayız.

“Aynı zamanda” vuku bulan iki olay “nedensel” değilse “rastsal”dır, üstüste gelmektedir, o kadar.

“Aynı zamanda” meydana gelen herhangi iki olay, Önce “üstüste” gelmektedir; bunlar arasında ayrıca, “nedensel bir ilişki” var mıdır; bu, araştırmayla belirlenir. Ama dediğim gibi, iki olay üstüste vuku bulmaktaysa, bu; “tek başına”; onlar arasında “nedensel bir ilişki” bulunduğunu hiç göstermez.

Yatağan Termik Santrali’nden sanırım, birkaç kilometre uzaktaki Yatağan İlçesi’nde bulunan bir berberin kanser olması; bunun santralle ilgisi olup olmadığı sorusunu tabii çağrıştırabilir. Ama, ikisi arasında “nedensel bir ilişki” bulunduğunu, bize “resen” çıkartsama ve beyan etme hakkını hiç bahşetmez.

Kaldı ki; olası birçok benzer gelişmeden dolayı, “berberin kanseri” ile, yakındaki “termik santralin faaliyeti” ilişkilendirilebilse dahi; bunun bilhassa santralin hangi “özelliğinden” kaynaklandığı; örneğin baca gazındaki asitten mi, yoksa katı partiküllerden mi, yahut küldeki radyasyondan mı meydana geldiği, ayrıca derinlemesine araştırılmak gerekir.

Aslında “ciddi bir araştırmacı”; “kanser” olduğu ileri sürülen berberin “rahatsızlığının” gerçekten, “kanser” olup olmadığını, yahut tam olarak ne olduğunu belirleyerek yola koyulur.

Mantıksızlık, Mantık Kadar Özümüzdedir!..

Bence, “mantık” bizim özümüzdedir ve aşikardır; ama “özen” gerektirir.

Biliyor musunuz, “mantıksızlık” da, bizim özümüzdedir ve korkarım “mantık” kadar gündelik ve aşıkardır. Aynı zamanda, çok daha karmaşıktır, çünkü “his dünyamızda” gelişir.

“Özümüzdeki mantıksızlık” ; ne tuhaf değil mi ? Ama bunun, o kadar çok örneği var ki !..

“Çernobil nükleer faciası” olduğu zaman, özellikle “ilerici basınımız” benim, gerek teknik gerekse de siyasi düzeydeki yöneticilerimizin bilgi, basiret ve mantıktan uzak tasarruflarını sergileyen ve eşeltiren görüşlerime olabildiğince yer vermiş; beni, “ilerici doğrultuların” söz konusu savaşımında, dayanacakları bir “kuvvet” olarak, kabul etmişlerdir. Ben de bundan esasen çok memnun olmuştum.
Şu “fütursuzluğa” bakın ki; Çernobil faciamızdan altı yıl geçtikten sonra, Karadeniz Bölgemiz’de ortaya çıkan doğum anomalliklerinin, Çernobil kazası sonrası maruz kaldığımız radyasyona “tereddütsüz” atfedilmek istenmesine; veriler o aşamada bunu (benim anladığımca) doğrulamadığı için, karşı çıktığımda; aynı hem de sözüm ona “ilerici basın” görüşlerime “ambargo” koyabiliyor ve onları, kamuoyunun dikkatine getirmeyebiliyordu.

İşte söz konusu çerçevede de, iki olay, yani “Çernobil reaktör faciası” ve bizdeki “anormal doğuml örnekleri” , “üstüste” geliyordu. Ama bunlar “akademik” açıdan acaba ilişkilendirilebilin miydi? Belki öyleydi, ama hiç de basının “üstüstelik”le “nedenselliğin” özdeşleştiğini, fevkalade “yanlış” olarak “varsayıverdiği” kadar, “kolay” ve “aşikar” değildi. “Genel bir yaklaşım” çerçevesinde ise esasen çok yanlıştı.

Sözgelişi bir kimse, çevresine zarar verdiği için, vurup kırıp döktüğü için hatta belki çevresini katlettiği için, o çevrede bulunmaktan menedilebilir; tutuklanıp mahkum edilebilir.

Ama bütün bu “yaptırımların” uygulamasına; o kişinin andığım fiilleri olmasa; mesela “ağzının kokması” tek başına yeter mi hiç?

İşte benim ölçülerime göre, tam da Yatağan Termik Santrali’nin, “radyasyon sorununun” durumu bu.

Santral birçok sebepten dolayı; özellikle kendisi merkezli ve şöyle bir beş kilometrelik alanı, etrafa saçtığı “zehirli gazlar” yüzünden “tahrip etmekten” dolayı, tabii kapatılmak gerekir. Ama santralin, baca gazındaki, bilhassa külündeki radyasyon deminki örnek çerçevesinde vurguladığım “ağız kokusu” gibidir. Hele andığım “tahribatın” yanında; “göreceli” olarak; dikkate değmiyor bile.

İşte bu sebepten dolayı, Yatağan’daki radyasyon, sorununun buradaki (mecazi olarak) onuncu sıradaki bir sorun olacağını, vurgulayageldim.

Yatağan’ın küllerindeki uranyumu, samimi dahi olsa (bizim bilgilerimiz itibariyle) fevkalade “abes kaygılar”la, “atom bombası” gibi patlayabilecek olarak gösteren yaklaşımlarla, karşı karşıya kaldık.

Bunlara hiç bir zaman, hiç bir biçimde “prim” veremeyecek bir “sorumluluk” taşıyorum.

Çernobil faciasından sonra ülkemizde, teknik ve siyasi yöneticilerin “mantıksal” açıdan “çocuksu” ve fevkalade “arızalı” tavırlarını hedef alan kimileri; bundan altı yıl sonra, bu kez işlerine başka türlüsü geldiğinden olacak, çok benzer “mantıksal arızalara”, belki de istemeden ama, fena halde düşmüşlerdir.

Bizim görevimiz yanlızca, “bir” mantıksızlık, vukufsuzluk, yahut basiretsizliğe karşı durmak değildir. “Her türlü” mantıksızlık, vukufsuzluk ve basiretsizliğe karşı durmak; “akademik sorumluluğumuz” gereğidir.

“Tutarlılık” ve “ölçütler” de “duyarlılık” aşikar olmakla beraber, ama yine de çok ama çok “birikimi” ve “zihinsel terbiyeyi” gerektiriyor.

Benim konumumda, mazallah “raydan çıkmaya” birazcık eğilimli bir kimse, kalabalıklara bakarak:

– Yatağan Termik Santrali hiç başka sebebe gerek yok, özellikle baca gazındaki ve küllerdeki radyasyondan dolayı kapatılmalıdır, deyip, çok alkış alabilir, hatta “kahraman” sayılabilir.

Bu, benim için ne büyük zul.

Düşündüğünü söylemesi değil; düşündüğünü söylememesi veya düşünmediğini söylemesi küçültür insanı.

Üstelik çok sevdiğim, bir müsteşar arkadaşım; konunun cahili olduğu için, Akkuyu’ya nükleer santral kurulmasına; bunun “Akdeniz’in sıcaklığını” yükselteceği için, şiddetle kınamıştı.

Akkuyu’ya nükleer santral kurulmasını, sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı, reddedebilirsiniz. Bunların hepsi, ayrı ayrı saygıdeğer olabilir.

Akkuyu’ya nükleer santral kurulmasını, bunun Akdeniz’in sıcaklığını yükseltecek olması dolayısıyla redediyorsanız; işte o zaman, (belki çok iyi niyetli) ama kocaman bir cahilsinizdir; ne dediğinizi gerçekten bilmiyorsunuzdur.

Bunu, ara ara en sevdiklerimizi incitmek pahasına, belirlemek sorumluluğundayız.

“Bilgisizlikten” yola koyularak “genellemeler” ve “mantık arızaları” tarih boyunca çok “acıya” sebebiyet vermiştir.

Bir de “ilericilik” adına, bu tür açmazlara düşülmesine, seyirci kalamayız.

Yaşlandım mı Ne ? Güzü Galiba Bahardan Çok Seviyorum!..

Her alanda düzgün, dengeli, öncelikleri iyi sıralanmış resimler geliştirmek; inanın çok önemli. Öteki türlü “sporuna” birçok eylem yapılabilir ama, inandırıcı olmaz, kalıcı olmaz.

Sevgili Aylin Gençoğlu daha çok genç; yine de bana (biricik oğlum) Ozan gibi; onlarca yıl, hemen her dakika emek teri dökerek öğrendiğim konuları, nereden bildiğimi elbette sormaz.

Onu incitemem; bu söz konusu değil. Şu var ki, ne zamandır açıklamayı dilediğim ama özellikle onun yazısı çerçevesinde çağrışan konulara değinmeyi, bu vesileyle diledim.

O yazısının başlığını “Bir bahar telaşı ki Sormayın!” koymuş. İşte ben de, Ağaçkakan okuruyla, bir “Güz Sohbeti” yapmıy oluyorum.

Belki de biraz yaşlandığım için olacak, sanırım şimdi; güzü, galiba bahardan daha çok seviyorum.

Hoşcakalın.