SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE NELER OLUYOR?Prof. Dr. Tolga YARMAN
Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü

İktisat Dergisi
Mart 1992

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE NELER OLUYOR? (I)

Sovyetler Birliği’nde, o kadar çok şey oluyor ki… Bunları sistematik olarak ele almak; onlarca, belki yüzlerce “doktora çalışmasının” uğraş alanına girer. Böylesi çalışmalar tabii ki yapılmaktadır, yapılagelecektir… Ne var ki “sorumlu insanlar”, düşünce bütünselliği ve duyarlılığından, mümkün mertebe ödün vermeksizin, ama olabildiğince “kestirmeden”, bir “yargıya” ulaşmak ihtiyacındadırlar.

Ünlü karikatürcü Ali Ulvi, İsmet Paşa’yı bir kaç üçgenle resmediverirdi.

İşte, karmaşayı, “doğru algılamayı” etkilemeyecek bir bütünsellik ve basitlikte tasvir etmemiz gerekiyor.

Sovyetler Birliği’ne dönük olarak, bu yazıda öyle yapmaya çalışacağım. Herkes soruna biraz kendi terimleriyle yaklaşıyor. Benim soruna “teknik terimlerle” yaklaşmam doğal bulunacaktır.

Marksizm, Sömürünün Matematiğidir…

Önce, şunu kaydetmek yerinde olur. Çağın en büyük filozoflarından Marx, “üretim ilişkilerini” çarpıcı bir biçimde incelemiştir. “Artı değer” birikimini, buna bağlı olarak, emeğin insancıllık dışı ilkel kapitalizm tarafından, sömürülmesi olgusunu ortaya koymuştur.

Marx’ın ve çalışma arkadaşı Engels’in, fevkalade teknik, derin, kavranabilmek üzere ciddi önbirikimler gerektiren tezi, dünyanın her yerinde, o arada özellikle Batı’da enine boyuna tartışılmış, irdelenmiştir. Akademik açıdan yer yer, haliyle, üzerinde durulmayı gerektirecek karşıt, objektif tezlerle eleştirilmiştir… Çürütülmeye de çalışılmıştır…

Ne ki, konumuz açısından mesele, bu değildir. Marksizm, deyim yerindeyse “sömürünün matematiği”dir. Karşı görüşte olabilecekler açısından, “akademik” bir yaklaşımla, isterseniz, “sömürünün bir matematiğidir” , diyelim.

Marksizm bir “analiz”dir. Ama bir “sentez” değildir. Yani, bir “incelemedir”… Ama buna bağlı bir “çözüm önerisi” niteliğini, taşımamaktadır.

“Artı değerin” oluştuğu, “sömürünün” sürdüğü her platform için; tahlilde yararlanılacak, ciddi ve derin; iktisadi, kültürel, siyasi, sosyolojik, matematiksel bir araçtır.

“Artı değer”; işçinin ürettiği ile edinimi arasındaki; emek aleyhine olan farktır. Özellikle Batılı düşünürlerin birçoğu bu kavramın öznel (subjektif), yani göreceli olduğunu ileri sürerler. Dolayısıyla “sömürü” kavramını, tartışma konusu yaparlar.

Nedir ki bu düşünürlerin eleştirel yaklaşımı, kanımızca genelde “uygun” değildir. Çünküteknik, teknolojik, sonuçta iktisadi olarak, bir üretim ve “büyüme”, meydana gelmektedir.

Buradan hareketleyse; “üretimin”, “net büyümenin” ve “üretim araçlarının” sahibinin kim olacağı; değişik bir deyişle “üretim hasılası ve ödüllerinin”, “üreten unsurlar” ve “toplum bireyleri” arasında, nasıl paylaşılacağı; kısaca, “artı değerin” tam kimlerin olacağı ve nasıl tasarruf edileceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Doğrusu, bu sorunun cevabını, Marx, tam vermiş değildir.

Bu sorunun “bir cevabını”, 1917 Sovyet Devrimi; devrimin önderi Lenin’le beraber, vermiştir.

Mülkiyet anlamsızdır! Üretim araçları kamunun olacaktır. İşçi sınıfı, iktidarın değişmez sahibidir. Artı değerin nasıl tasarruf edileceğine; nasıl yönlendirileceğine; işçi sınıfı adına, onun siyasi aparatı olan “komünist partisi” hükmedecektir. Kısaca tekelci, devletci, bugünkü anlayışımız itibariyle demokratik olduğu söylenemeyecek, ama antiemperyalist, antikapitalist, eşitlikçi, özgürlüklere eşitliği zedelemesin diye “zorlamalı” sınırlamalar getiren, çoğulcu olmayan, özdenetim mekanizmaları kuvvetsiz, bundan dolayı ekonomik verimliliği ve teknolojik yaratıcılığı hasara uğratan, kısaca “komünist bir rejim” yürürlüğe girmektedir.

Yüzyılın Sanayi Profili: Hızlı Üretmek, Adil paylaşmak, Yaratmak!..

Bu yüzyılın “sanayi profili”, üç temel fiille tasvir edilebilir. Hızlı üretmek, adil paylaşmak ve yaratmak.

“Hızlı üretmek”, sözgelişi buğdaydan, önceden bilinen süreçler çerçevesinde olarak, daha çok, daha hızlı un elde etmeyi, işaret eder.

“Adil bölüşmek”, kimsenin kimseyi sömürmediği bir ortamda, ezenin-ezilenin olmayacağı bir düzen kurmayı ve üretimden herkesin hakça pay almasını, amaçlar. Marx’a göre, herkes yetenekleri nispetinde üretip, ürettiğini kamunun “üretim yığınına” sunacak; buradansa, ihtiyacı kadarını alacaktır.

1950’ler hatta 1960’lara kadar, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun ; sanayi ve sosyal çizgileri itibariyle andığımız iki fiilin, yani hızlı üretmek ve adil paylaşmanın, gereklerini, toplumsal ve ulusal coşkuyla bayraklaştırarak, yerine, gayet iyi getirdiğini, ifade edebiliriz.

Nitekim, anılan süreler boyuncaözellikle Sovyetler birliği, devrin belli-başlı sanayi alanlarında, hayli çarpıcı gelişmeler kaydetmiştir.

Makinalaşmada, tarımın makinalaştırılmasında, ulaşımda, elektrifikasyonda, bu çercevede hidroelektrik, termik ve nükleer enerji üretiminde, kentleşmede, iletişimde, petrol eldesinde, o arada uzay alanında ve daha nice, irili-ufaklı birçok sanayi alanında, Sovyetler Birliği’nin Batı dünyasıyla hemen neredeyse başa baş yarıştığı, izlenmektedir.

Bu çerçevede en önemlisi pek tabii, Sovyet “süper-dev” savaş sanayiidir.

Silahlanma Yarışı

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yılları, Sovyetler Birliği ve ABD’nin karşılıklı olarak; tüyler ürpertici, dehşet verici, her halkası teknik açıdan “dahiyane”; ortaya çıkardığı nihai manzara açısındansa, “ahmakca” olan; amansız bir “silahlanma yarışının” sergilendiği yıllardır.

ABD, hemen ardındansa Sovyetler Birliği, “atom .ombasını” yapmıştır. Bunun üzerine ABD, atom bombasından yuvarlak bin kat daha güçlü olan, “hidrojen bombasını” ortaya çıkartmaktadır. Bombanın, ilk kez üzerinde denendiği Pasifik adası, yerle bir olmakta; Okyanus üzerinden silinmektedir.

Sovyetler Birliği, bu gelişmeyi hemen takiben , hidrojen bombasını gerçekleştirmektedir.

Sonraları, teknik açıdan inanılmaz karmaşıklıkta, insanlık ve onun yuvası gezegenismiz açısındansa “trajikomik”, karamizah konusu, gelişmeler, dahiyane savaş icatları, birbirini kovalamakta ve azdırmaktadır.

1950’ler 1960’lar, böyle geçmiştir.

Önce nükleer başlıkları taşıyacak “kıtalararası”, yenisi öncekinden dev ve çok daha hızlı, füzeler peşpeşe inşa edilmiştir. Bunların hepsi, birer “teknik harika”dır. Ne var ki, amaç “şapşalca bir çılgınlıktır”.

Oklohoma’dan fırlatıldığı zaman, bir balistik füze, tepesindeki nükleer başlığı, Moskova’ya; uzaydan şandalleme uçarak, orayı bir cehenneme çevirmek üzere, hepsi hepsi bir yarım saatte , götürmektedir.

Sovyetler de başarılı, kıtalararası balistik füzeler geliştirmekte geçikmeyeceklerdir.

Ekonomilerin önemli bir bölümü, kıtalarrarası saldırı hazırlığına, insanlık kırımına, uygarlık yıkımına, yönelmektedir. Toprak altından, madenler bunun için çıkarılmakta… Bunun için yüzbinlerce milyonlarca emekçinin uğraşıyla silahlanmakta, cephaneleşmekte ve nükleerleşmektedir…

Bu sebepten refah, hatta eğitim, hatta sağlık, beslenme, iyice arka planlara atılıvermektedir.

Kıtalararası balıstık füzelere karşı taraflar, önce “nükleer şemsiye” oluşturmaya yönelmişlerdir. Füzeler, hükümlerini icra etmeden; karşı, “savar füzelerle”avlanıp imha edilmek ve etkisiz kılınmak istenmektedir. Karşılıklı olarak kaç yüz milyar dolar, böyle bir amaca sarf olunmuştur.

Füze-savar-nükleer-şemsiyelere karşı, onları aşmak üzere bu kez, “saçma başlıklı” kıtalararası nükleer füzeler gerçekleştirilmiştir… Diyelim ki, New york ya da Moskova semalarına girer girmez, beşe-ona saçılan; birkaçı, karşı – nükleer şemsiyenin füze-savarları tarafından avlanırsa; diğerleri rahatlıkla iş bitirecek, nükleer başlıkları taşıyan füzeler… Hafsalaya kolay sığmaz, ölümcül birer teknoloji abidesi olmuşlardır.

Daha daha, denizaltılardan fırlatılabilen, çok başlıklı füzeler; ağır bombardıman uçaklarında, yirmidört saat sürekli dolaştırılan nükleer başlıklar; sahneye çıkmışlardır.

Taraflar, her an bir nükleer saldırı karşısında kalabilirler öngörüşüyle, sürekli “korku humması” yaşamışlardır. Böylesi bir saldırıda; saldıranın karşı tarafın tüm “nükleer cephanesini” imha etmesi; saldıra uğrayanınsa, karşı tarafı topyekün imha edecek kadar nükleer cephanesini, imha olmaktan kurtarması; “caydırıcılığın”, temel özellikleridir.

Saldıranın ani bir baskınla, karşı tarafın tüm nükleer cephanesini imha etmesi için; herbiri, daha daha tahripkar, daha daha çok nükleer silah imal etmesi gerekmektedir.

Habersiz, ani bir saldırıya uğrayanın; hala daha karşı tarafı topyekün imha edebilecek kadar çok nükleer silahı imha olmaktan kurtarması için; neler neler icat edilmemiştir ki? İşte nükleer füze-savarlar, denizaltılarda ve uçaklarda sürekli dolaştırılan nükleer füzeler ve nükleer başlıklar, o arada yer altında, yüzlerce kilometrelik tünellerde biteviye hareket ettirilen koca koca nükleer füzeler!..

“Sakallı-bıyıklı bir alay çocuğun!, gezegenimizde insanoğlunun hayatiyetine kasteden “oyuncağı”, sizin anlayacağınız…

Toplam (yuvarlak), yirmibin nükleer başlık, karşılıklı siperlere yığılmıştır… Hala da böyledir!..

Bunların her biri , Nagazaki’ye, Hiroşima’ya atılan atom bombasından on kat, yirmi kat daha güçlüdür. Demek ki, yirmibin tanesi dünyamızı şöyle bir yüz defa, ikiyüz defa, topyekün yokedebilecektir.

Silahlanma yarışı, özellikle 1960’larda, hatta maalesef daha ileriki yıllarda da, gitgide daha vahim boyutlara tırmandırılmış ve gezegenimiz inanılmaz derecede vahşi, budalaca ve adeta “kaçınılmaz” bir “nükleer kırılganlık” konumuna, sıkıştırılmıştır.

Taraflar neden sonradır ki, “savunma imkanlarını”, örneğin dinleme cihazlarının menzilini genişletmenin bile, karşı tarafa bir tehdit olarak yansıdığını ve ister istemez ilave gelişmelerle “karşı tarafa” saldırı davetiyesi çıkarttığını, (olayların öncülüğündeki onca dehaya rağmen) ancak idrak etmişlerdir.

Kısaca, silahlanma yarışı, derhal sınırlandırılmalıdır!..

Nedir ki bu olgu, 1972’de kavranmakta ve stratejik silahların sınırlandırılması anlaşmasıyla, yaptırımlaştırılmaktadır.

Bununla beraber, “yarış” durmamakta, hatta dolu dizgin sürmektedir.

Stratejik nükleer silahların sınırlandırılmasına ilişkin, ikinci anlaşma, 1979’da imzalanmıştır. Ama taraflar karşılıklı olarak, bu anlaşmayı da, delik deşik etmektedirler.

Nihayet 1983’de “yıldız savaşları” projesinin, ABD tarafından ortaya atılmasıyla, bilihcli-dünya-insanı, sancılı kaygılarla zıvanadan çıkmaktadır.

Silahlanma yarışı çünkü şimdi, uzaya tırmandırılmaktadır.

ABD, Sovyetler’in olası bir nükleer saldırısını, uzaydan, “lazer savunmasıyla” kesmeye yönelmekte… Ama aslında, Sovyet nükleer sistemini, yıldız savaşları projesi çerçevesinde geliştireceği lazer silahlarıyla, battal etmeye koyulmaktadır.

Bu durumda ABD, Sovyetler’i, teknik ve teknolojik açıdan yenik düşürecektir.

Yıldız Savaşları projesi, gerçekten de teknik olarak Sovyetler’i allak bullak etmiştir.

Gorbaçov’a çok akıllı bir “U dönüşü” yapma imkanı bahşeden ve bir çok dönüşümün kökenindeki gelişme; silahlanma yarışının güncel en üst basamağı, “yıldız savaşları” olarak, gözetilebilir. “yıldız savaşları” projesi, silahlanma yarışında gerçekte, Sovyetler Birliği’nin “havlu atmasına” sebebiyet vermiş olan projedir, denilebilir.

Bu proje, hem Sovyetler Birliği’nin teknik incelikleri” anlamadan; Sovyetler Birliği’nde neler olup bittiğini anlamak; Sovyetler Birliği’nde uygulanan komünist rejimin açmazlarını kavramak; hiç kolay olmasa gerektir.

Konumuzun yanında, basitçe kalan bir örnekle ifade edelim… Karaciğer komplikasyonlarını anlamadan; hatta, karaciğerin vücutta yerini ve ne işe yaradığını bile bilmeden; yüzdeki sivilceler hakkında “ahkam” kesmek; inanın, biraz çocuksu kalır.

Sovyetler’in Teknik Anatomisi

Yıldız Savaşları projesi ile ilgili gelişmelerin, Sovyetler Birliği’ne ilişkin olarak işaret ettiği özellikler şunlardır:

• Sovyetler Birliği hiç kuşkusuz dünyanın dev iki askeri gücünden biridir.
• Sovyetler Birliği’nin karada, havada ve denizdeki nükleer cephanesi, ABD’yi ve tüm dünya uygarlığını yer yüzünden, birkaç defa silmeye yeter.
• Buna karşılık, dengeli bir izlenim yansıtabilmek üzere belirtelim… Sadece Türkiye’deki Nato nükleer silahları, Sovyetler Birliği’ni topyekün imha etmeye, çok çok yeterlidir!
• Sovyetler Birliği’ndeki vurucu güç, şu var ki, genelde bir bakıma “kaba kuvvete” dayanmaktadır. Enyeni optik kontrol, radar, bilgisayar donanımları, Sovyet silahlarında değil, Amerikan silahlarında bulunmaktadır.
• Sovyetler ileri teknolojide, ABD’nin, keza Japonya ve Avrupa’nın çok gerilerine düşmüşlerdir.
• Silah gücü itibariyle, “denkliği”; daha büyük, yani daha tahripkar ve daha çok sayıdaki nükleer başlıkla, sağlanmaktadırlar.
• Bu arada, Sovyetler’in kıtalararası balistik nükleer silahları hedefe isabette, Amerikan silahları kadar hassas değildir, olamamaktadır.
• Nihayet Sovyetler, belki “kaba nükleer kuvvetle” yıldız savaşları projesine karşı bir süre, durabileceklerdir. Ama öncelikle “beşinci kuşak bilgisayarları”, optik-lazer, ileri nükleer teknoloji, elektronik-mikro dalga, komuta-kontrol meselelerinde, daha nice teknik-askeri meselede, iyice “demode” ve “tık-nefes” kalmışlardır ve Sovyet halkının daralmışlığına karşın, anlamsız silahlanma yarışını sürdürmeleri abestir.
• İşte Gorbaçov’un yıldız savaşları projesine dönük olarak, karşı tarafı önce şaşkınlığa sonra memnunluğa boğan; silahlanmaya değil silahsızlanmaya yönelik, “U dönüşü” kararı; “glasnost” ve “prestoroika”; böyle bir çerçevede oluşmuştur.
• Asıl önemli olan, doğrusu, Sovyetler’in özellikle ABD’nin tersine, askeri gelişmeleri, bir türlü, sivil üretime ve halkın refahını geliştirmeye, yani “tüketici ekonomisine” kanalize etmeyi başaramamış olmasıdır.
• ABD ise, dünya kamuoyunda “ayın fethi” türünden bir takım çok ileri teknik uğraşlarla prestij kazanırken; teknoloji birikimini, en önce savunma ve silahlanma yarışına yöneltmeyi, başarmakta… Savunma alanındaki araştırma, bulgu ve birikimlerini ise; sivil teknoloji serpilmesinin, “katılığına” dönüştürebilmektedir.

Kısaca ABD’de ekonomi, fevkalade “entegre” bir şekilde çalışmaktadır. Oysa Sovyetler Birliği’nde, evet aya, dünyadan hareket ettirilebilen bir arabanın yollanması prestij sağlamakta… Burada oluşan bilgi birikimi savunma alanına tabiatıyla, aktarılabilmekte… Nedir ki son toplamda, milyonlarca Sovyet insanı, emekçisiyle, işçisiyle, teknisyeni, mühendisiyle, bunların aileleriyle, dolu dizgin, “silahlanma yarışında Sovyetler’in yerini korumada” çalışmakta… Bununla birlikte emek hasılası, kestirmeden söylersek, bir türlü hissedilir ve beklenir ölçülerde Sovyet toplumunun gönencini yükseltmeye, yönelmemektedir.

İşin özeti budur.

Buradan yola çıkarak Sovyetler’in keza genelde Doğu Bloku’nun, sanayileşme sürecinde; klasik anlamda “hızlı üretmeyi”, bu arada “sosyalistçe” nisbeten adil ve hakça paylaşmayı, başarmasına karşın; ileri teknoloji evresinde, Batı dünyası kadar “derin yaratmayı” kurumsallaştıramadığını ve yaratı yapıtlarını “tüketici ekonomisine”, hiç şiringa edemediğini, izliyoruz.

İleri Teknolojinin Pusulası: Maddenin Derinliklerinde Yaratmak

Tekniğe yabancı olanlar için konuyu bir parça açmalıyız.

“Yaratmak”, bir şeyi “yoktan” değil, ama “yokken” varetmektir.

Gerçi, klasik sanayi evresinde gerçekleştirilen petrol kuyuyarı, rafineriler, çimento fabrikaları, otomobil fabrikaları, uçak fabrikaları; bunlar da hep, yokken varedilmiş, yapıtlardır… Ama klasik sanayi evresi ile ileri teknoloji arasındaki fark; ilkinde “gözle görünür” eşyaya, egemen olunurken; ikincisinde, maddenin sonsuz küçük boyutlarında “görkemli bir orkestrasyon” meydana getirebilme yeteneğindedir. Bu fark, kısaca; “kara lokomotifle”, mini minnacık transistör ya da entegre devreye, buradan düğmeye basmamızla yüz milyon kilometre uzaktaki bir uzay aracının yörüngesini değiştiren mekanizmaya, kısaca, maddenin tırnak boyunun yüz milyonda birinin yüz binde biri gibi, sıradan hafsalada şaşkınlıklar yansıtan boyutlara egemen olmak, arasındaki farktır.

Sovyet deneyimi şunu ortaya koymuştur ki… İleri teknoloji kökteki ideali ne kadar saygın olursa olsun, Sovyet modeli çerçevesindeki toplumsal, siyasi ve ekonomik örgütlenme ile olamamaktadır, gelişememektedir!..

Kısaca ileri teknolojinin gündeme getirdiği, maddenin mini minnacık boyutlarına dönük olarak, “yaratma özlemine”, komünist rejim, hiç iyi gelmemiştir.

İleri teknolojinin özü olan “yaratma fiili” kişinin, bilim adamının, teknisyenin, daha ilk okuldaki çocukların, her türlü baskıdan uzak, büyüklerle ve rejimle öz-eleştirel, simetrik ve “çok özgür” bir ilişki içinde yaşamalarının ve gelişmelerinin sağlanması ile mümkün olmaktadır.

Yaratıcı dimağları, merkeziyetçilik ve eşitçilik adına dev örgütlerde; doyumsuz, bağnaz kafaların “iğdiş buyrukçuluğuna” memur ederek; ancak o yaratıcı dimağların, acılı döngülerde kahrolup; sonunda, başlarındaki bağnazlar gibi, doyumsuzluklar içerisinde kendilerinden sonraki pırıl pırıl yaratıcı küçükleri iğdiş etmeleri sonucunu doğurabiliyorsunuz.

Sovyetler Birliği’nde, hiç kuşkusuz, idealler doğrultusunda çok güzel şeyler başarılmıştır. Ama, şu dikkate getirdiğim olumsuzluk da, maalesef çok platformda, geçerli kalmıştır.

Bizde de, örneğin, kaç kuşak şu olumsuzluk çerçevesinde, araya gitmemiş midir ?

Gelişmemiş Bilimciler

Geçtiğimiz Şubat ayında, Sovyetler Birliği’nin konuğu olarak, Moskova ve leningrat’ta temaslarımız olduydu. Bu arada Sovyet politologlarının –gıyapta kusura düşmemeye özen göstererek belirteyim- yer yer çağdaş akademik tartışma ölçülerinden uzakta adeta “Marksist bir ruhban sınıfın” üyeleriymişcesine, “dogmanın” ne kadar “tutsağı” olduğunu, hayretle izlediydik. Leningrat’ta tartıştığımız Politoglar (Marksist siyaset bilimciler), “bilgisayar Teknisyenlerini”, “kimya laborantlarını” dahi, “işçi sınıfından” saymamaktaydılar. “İşçi” , maden işçisiydi. Proleterya diektatoryasının sahibi, bu işçi olmalıydı. Teknolojinin ilerlemesiyle beraber, maden işçilerinin sayısının azalacak olması, Sovyet politoglarının skopunda hiç önemli değildi. Karşılaştığımız Sovyet politoglar kendi “manastırlarına” öylesine kapanmışlardı ki, ne dünyayı biliyorlardı, ne de zaten tekniği ve teknolojiyi!..

Tekniği, teknolojiyi bilmeden “siyaset felsefesi” yapmaya kalkarsanız “çağ dışı” kalırsınız.

Sovyet politoglarının, “bilgisayar teknisyenlerini” işci sınıfından saymamasına, proleterya diktatoryasının ortağı olarak, kesinlikle görmemesinekarşın; söz konusu tartışmamızın yer aldığı Leningrad Politoloji Enstitüsü’nden hepsi hepsi yarım saat mesafedeki dev Lenin Fabrikası’nı ziyaretimiz sırasında, işçi temsilcilerine şu soruyu yöneltiyorduk:

– Bu ülkede, işçi sınıfının diktatöryası iktidarda bulunuyor… İşçiler, demek ki iktidarın, tek sahibi… Güzel… Bu fabrikadaki işçiler, üstelik bir diktatorya niteliğinde olarak, ülkede iktidarda bulunmaları keyfiyetini, acaba burada, hangi yolla bilmekte ve algılamaktadırlar?

Sorumuzun cevabı dolumlu olmaktan çok uzaktı.

Şu var ki, işçiler artık bilinçlenmişlerdi… Kuru kuruya, işçi sınıfının iktidarda olduğunu düşünmekle yetinmek istemiyorlardı. Fabrikanın mülkiyetini devralmayı özlüyorlardı. Onun için de yeni bir felsefeye, yeni bir örgütlenme şeması, yeni uygulama şablonları üzerinde kafa yoruyorlardı…