Bilimsellik, Tabu ve Bağnazlık, Cumhuriyet Bilim Teknik
BİLİMSELLİK, TABU VE BAĞNAZLIKProf. Dr. Tolga YARMANBu yazıyı, 24 Şabat 1992’de kaybettiğimiz, tüm hayatını bana ve değerli kardeşlerime vakfetmiş, yetişmemizde söze gelmez güzelliği bulunan, sevgili teyzemiz Zehra TÜRKER’in anısına ithaf ediyorum. Nur içinde yatsın.
T.Y.
EK III.5

BİLİMSELLİK, TABU VE BAĞNAZLIK*

Beyin, sanırım, tüm yaratıcı özelliklerine karşın, hangi disiplinde oluşmuş bulunursa bulunsun, yaşlanmayla, “koşullanmaların” pençesine düşüyor. Bilimle en üst düzeyde uğraşan insanların dahi, kendilerini bir zaman sonra, koşullanmaların hipnozundan kurtaramadıklarını izliyoruz. İnsanlar, hele belli bir yaştan sonra, (bir bilgisayar deyimiyle ifade edersem) “beyinsel yazılımlarına” ters bir işaret algıladıklarında duygusallaşıyorlar, kızıyorlar, o işareti kabul etmiyorlar.

Elektrikte “Devreler Teorisi”nin babası Kirşof, geçen yüzyılın sonunda, daha ortada ne Görecelik Kuramı, ne Kuvantum Mekaniği varken, kendi bilgisine bakarak, “fiziğin sonuna” gelindiğini, ciddi ciddi düşünebilmiştir.

Koca Einstein, çağdaş fiziğin devrimci önderiyken, “Tanrı zar atmaz” diyerek, maddenin sonsuz küçüklüklerini anlamaya yönelik Kuvantum Mekaniği’ni Atomistik Kuramı, bir türlü içine sindirememişti, reddetmişti.

Yaratıyorum, Öyleyse Özgürüm!..

“Düşünüyorum öyleyse varım” diyebilmek, tabii önemli. Ama bugün, daha önemli olan nedir biliyor musunuz? İnsanın, “Yaratıyorum öyleyse özgürüm” diyebileceği bir düzleme yükselmesidir. “Yaratmak”; bir bakıma başkası gibi düşünüp var olmanın, ya da toplum gibi düşünüp, kendini güven içinde hissetmenin ötesinde… Zamanının ne kadar “devrimsel” olursa olsun, “yaratıcı düşüncelerinin” giderek rutinleşen ezberciliğine, kapılmaktan arınmak, demektir.

Ne var ki, yüzümüze alışır gibi düşüncemize ve düşünce yöntemlerimize alışıyor; bir zaman sonra da, onlardan çıkamaz oluyoruz…

Kimsenin ve hiçbir bilim camiasının kendi düşüncesini etrafa, her ne şekilde olursa olsun, “mutlak” ve “evrenselmiş” gibi takdim etmeye, hele kendi gibi düşünmeyeni “itham etmeye”, hakkı olmamak gerekir.

Bir düşünceyi, “saçma” bulabilirsiniz. Ama o düşünceyi “saçma bulduğunuzu” söylemeye, kendinizi “yetkin” sayamazsınız. Size-göre-saçma-düşünen biri gibi, neden düşünmediğinizi; o da ancak kendinize-göre-yürüteceğiniz-akılla, söyleyebilirsiniz.

· Cumhuriyet Bilim Teknik, 20 Mart 1992

Geçende bir din adamı ile bir topluluk önünde, “evrenin yaradılışını” konuştuk. Bana göre, kabul edilemez şeyler söyledi. Sakallı-bıyıklı, inançlı bir insanın söyledikleri için, “bunların hiçbir manası yok” demeye, hakkınız olmuyor.

Din adamı şöyle diyordu:

– Cennette her birimize, ayrı ayrı, şu üstünde yaşadığımız dünya kadar yer düşecek. O kadar çok şey istiyoruz ki, bu zaten, ancak yetebilir…

Karşılık olarak şunu söyleyebildim:

– Böylesi düşünceleri, biz bu kadar hızlı telaffuz etme hakkını, kendimizde bulamayız. Dolayısıyla da, böylesi düşünceleri yayamayız ve yayılmasını, özellikle çocuklarımıza, belirli açıklamalar olmaksızın dayatılmasını, onaylayamayız.

Ben bu sözleri söylerken, Sevgili Teyzem ölümcül bir hastalığın pençesinde, komadaydı. Yakında hayata gözlerini yumacağını biliyor, bizden ayrılacağına üzülüyor, ama onu “ahirette” Dedem’le Anneannem’in karşılayacağını düşünerek seviniyor, serinliyordu.

İster benimseyin, ister benimsemeyin; düşüncenin ve inancın, beyindeki “fiziko-kimyasal” bir gerçeklik” olduğunu kabul etmelisiniz.

Bilim, Önce Anlamaktır !..

Tarihte, çok düşünce kavgası olmuştur. İdeoloji kavgaları, çıkar çatışmalarından kaynaklanmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin yerleştirilmesi, kolay olmamıştır. İdeoloji kavgası “polemikçi” bir üslupla yapılır. Bu, eşyanın tabiatındadır. Şu var ki, bilim bambaşka bir etkinliktir. Benim öğrendiğim bilimin doğasında, “engin bir esenlik” bulunuyor. Buradaki tartışmada, duygusallığa yer yoktur… Kavga yoktur… Alabildiğine yumuşak, sanki sonsuz bir akıl yürütme süreci vardır… Anlatmaya çalıştığım, öyle bir ruh hali ki, insanı derinlemesine yakalıyor, rahatlatıyor, yükseltiyor, yüceltiyor…
Böyle bir ruh hali içersinde olarak, “bilim” nedir, “bilimsellik” nedir diye, soracak olursanız; önce, yalın tek bir sözcükle yanıt vermek isterim:

– Anlamaktır.
Anlamanın İki Boyutu

Anlamanın iki boyutu var. Birinci boyut, “sözlük boyutu” diyebileceğimiz boyut. Sözlüğümüzdeki her sözcüğe, öteki sözcüklerimizden bazılarının bir karışımıyla karşılık getirme boyutu. Sözlükte olup, bilmediğiniz bir sözcüğü, ya da kavramı, sözlüğümüzde mevcut diğer sözcükler ya da kavramlar cinsinden, “anlayabilirsiniz”.

Anlamanın ikinci ve daha zor bir boyutu var… Sözlüğünüze yeni bir kavram eklemenize ilişkin boyut.

Bilimin uğraşı; tezgaha aldığı kavramlar arasında, ilişkiler kurmaktır. Bu nispeten rutin bir uğraşıdır. Bilimin asıl heyecan verici uğraşı; yeni kavramlar, yeni boyutlar belirleyerek, mevcut anlam dünyasını yırtıp, daha öteleri, çok öteleri kucaklamasıdır.

Bilimsel açıdan yapılabilecek en büyük bir yanlış, mevcut “anlam dünyasıyla” sınırlı olduğumuzu düşünmektir. Anlam dünyamıza yeni boyutların nerelerden açılacağını kestirmekse, kolaydan hiç mümkün değildir. Bir anlam dünyasının, bir gerçeği anlamak açısından ne ölçüde yeterli olduğu, salt, o anlam dünyasındaki verilerden hareketle çıkartılamıyor.

Bazen anlam dünyamız, gerçekle zıtlaşıyor. Zıtlığı, salt, anlam dünyamızın bahsettiği kavramsal ilişkilerle aşamıyoruz. Zıtlığı aşmak için, anlam dünyamızı, tamamen değiştirmek değilse bile, dönüştürmek gerekiyor.