KURULTAY KONUŞMASI – 1993

1993 SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Kurultayı’nda, Kurultay’ın, yarışmak üzere, Genel Baskan Adayı olarak seçtiği dört genel başkan adayından biri olmanın taçlanmışlığını yaşıyorum. Yaptığım konusmada bana yol gosteren metni, bilhassa bu günlerde hatırlamamızın önemi, çağrıştı. Bu metni aşağıda dikkatlerinize sunuyorum. 20 yıl once soylediklerimin, bu gunleri bunca berrak gostermesi, memnuniyet bahşedici olduğundan daha çok, korkarım ürkütücü!.. İnanıyorum, ilginç bulacaksınızdır. (O Kurultay’da
Degerli Murat Karayalçın Genel Başkan seçidiydi. Diğer adaylar Degerli
Yüksel Çakmur ve Rahmetli Aydın Güven Gürkan’dı.)

KURULTAY KONUŞMASI

-ÖZET-

11 Eylül 1993

Değerli Başkan…

Değerli Genel Başkanım, Sevgili Hocam…

Başta Değerli Genel Sekreterimiz, partimizin çeşitli düzeylerinde görevli, önder arkadaşlarım…

Değerli Milletvekilleri, Değerli Bakan Arkadaşlarım…

Partimizin “Genel Başkan Adaylığına” yükselttiği Değerli Arkadaşlarım.. Sevgili Yüksel Çakmur, Sevgili Aydın Güven Gürkan, Sevgili Murat Karayalçın ve onları, gönüllerinde “önder” ilan etmiş, değerli partililerim…

Şu sırada “tarihi inşa etme sorumluluğunu” benliğinin her zerresinde idrak eden, Türkiye’nin her yerindeki yiğit, örgütlerimizden buraya süzüle süzüle gelmiş, Değerli Delege Arkadaşlarım…

Değerli Konuklar…

Aramızdaki sayılarının, çoğalmasından, esenlik duyduğumuz değerli hanımefendiler, değerli analar, sevgili kadınlarımız…

Coşkularıyla, kararlı tavırlarıyla, güçleriyle, “omuz omuza” olmaktan kıvanç duyduğumuz, sevgili gençler…

Değerli basın emekçileri…

Radyo ve televizyonları başında, bize umutlarla kulak kabartan, dikkat yönelten, değerli yurttaşlarım, sevgili partililer…

“Gönüldaş” tüm güzel insanlar!..

Hepinize “merhaba”!..

Çepeçevre etrafımızda, çığlıklar, yükseliyor. Bosna-Hersek’te, Azerbeycan’da, birçok başka yerde zulüm, gözyaşı dinmiyor.

Ülkemizde de maalesef gün geçmiyor ki can evimizden vurulmayalım.

Son olarak Mehmet Sincar’la, Metin Özdemir’in acılarını, içimizde taşıyoruz.

En önce “iç barışı” ve “ülke bütünlüğünü” sağlamalıyız.

Kaç yüz, kaç bin acı gömdük yüreklerimize..

Yeter!..

Analarımız, bizim analarımız, yasa boğulmasın!..

Ne Türk Anası ağlasın, ne Kürt anası ağlasın!..

Diya Kürda Megri, Diya Türka Megri!..

Ağlamasın onlar, onlar ulusumuzun anaları..

“Mehmetçik”, bizim can parçamız; onu gözümüz gibi sakınırız.

Nedir ki eline silah alıp dağa çıkan Kürt delikanlısı, benim küçüğüm, yurttaşım, yavrucuğum!..

Yasa dışı örgüte katılmışsa ve onunla mecburen vuruşuyorsam; onu vurduğumda; şehit Mehmetçiğe yandığım kadar, yanarım. Onun ölüsünü horlayamam; çekiştirip, sürükleyip, aşağılayıp, teşhir edemem. Böyle yapmam, yapamam.

Üst bir yetkili, Güneydoğu’da yasadışı örgütten öldürülenlerle ilgili olarak:

– Ben maiyetime leş toplatmam, diyor.

Ne göreneklerimize, ne askerlik öğretisine sığar bir davranıştır, bu..

Bakın Mustafa Kemal, taa Avustralya’dan, emperyalistler tarafından topraklarımıza getirilip, Çanakkale Savaşı’nda hayatlarını kaybeden Anzaklar için şehitlerimizi anma töreninde ne diyor.

– Bu memleketin toprakları üstünde, kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir ülkenin, toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde, uyuyunuz. Sizler, Mehmetçik’le yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Atatürk, bu sözleri Çanakkale’de ölen, bu topraklara tamamen yabancı Avustralyalı Anzaklar için söylüyor.

Pekiyi biz, bugün, çocuğunu yasadışı terör örgütüne kaptırıp, yitiren Kürt anasını; gözü yaşlı, biricik Mehmetçiğin anasıyla, birlikte kucaklayıp, teselli edebilecek kadar yücelemeyecek miyiz?

Atatürk’ün Çanakkale şehitlerimiz için 1935’de sergilediği “soyluluğa”, derin bir takdir hissi içinde, evlatlarını yasadışı eylemlerde yitirmiş, Kürt analarına seslenmek istiyorum. Onlara:

– Göz yaşlarınızı dindiriniz. Başınız sağolsun. Sizi seviyoruz. Evlatlarımızın nasıl olup da silaha sarılıp dağa çıktığını, aklamak değil, ama anlamak ve onları yeniden kazanmak, boynumuzun borcu olsun. Onlar çünkü bizim evlatlarımızdırlar, demek istiyorum.

Bunun için “Kürt realitesini” yani gerçekliğini tanımamız yetmez.
“Dış destekli” ve “yasa dışı” niteliklerini hatırımızdan çıkartmasak da; “kimlik arayışıyla” silaha sarılıp dağa çıkan yavrularımızın “onur dünyalarındaki” “gerilla realitesini”, ayrıca ve derinden anlamamız gerekiyor.

Soruna böyle yaklaşırsak, akan kanı durdururuz. Emperyalizmin, bölgedeki oyununu, bozarız. Yine hepimiz; ayırımsız, omuz omuza, “ulusal bağımsızlık, mücadelemizi” sürdürebiliriz.

Bu uğurda yalnız Doğu’da, Güneydoğu’da bugüne kadar izlenen yaklaşımlardan çok daha insancıl, çok daha demokratik siyasalar geliştirmemiz gerekiyor.

Doğu’yu, Güneydoğu’yu; neredeyse “Londra’dan Hindistan’a tayin olunan vali” benzeri; yöreyi, kültürü, yapıyı bilmez “merkez memurları” eliyle, yönetemeyiz.

Özellikle buralarda, genelde ülkemizin her yerinde, esas olarak “yurttaşlarımızı” ve “yerel önderleri” muhatap almamız gerekiyor. “Demokrasinin”, daha da önemlisi “insan haklarının” gereği budur.

Çözüm: “üniter” yani “aynı bir” “devlet yapısı” içinde “idari mekanizmayı”, bugün olduğundan çok daha fazla ve eksiksiz demokratikleştirmek, demokrasiyi tüm gerekleriyle, baştan sona inşa etmektir.

Konumuz açısından, bunun adı, yineliyorum üniter bir devlet yapısı içinde, “otonomi” yani “yerinden yönetime”, ağırlık kazandırılmasıdır.

Demokrasilerde, genel demokratik çerçeveye zarar vermemek koşuluyla, istenirse “etnik kökene” yahut “dinsel kökene” dayalı partiler, kurulabilir ve yaşatılır. Böylesi gelişmeleri, gerektiğinde, içimize sindirebilmeliyiz.

“Ülkemizin bütünlüğü” önemli bir ölçüde “SHP’nin bütünlüğüne” bağlıdır. SHP ülkemizin Doğusu’yla, Batısı’nı, Kuzeyi’yle Güneydoğusu’nu, demokratik olarak “entegre” eden, “bütünleştiren” yegane siyasi araçtır.
Öteki partilerin çoğu, Batı’dan Doğu’ya dayatmacı, tepeden, antidemokratik, faşizan yaklaşırlar. Bizse demokratik, sosyal adaletçi, eşitlikçi, dayanışma içerisinde, kardeşçe yaklaşırız.

Ama “iktidar ortağı” olduğumuz süre zarfında, Doğu için verdiğimiz sözleri tutamadık. Yöre insanı, başta partililer bizden uzaklaştı; DEP’e yöneldi. Şu var ki DEP, daha ziyade Doğu’nun, Doğulu’nun partisi görünümünde.

SHP; “Ülke’nin her köşesinde bozuk düzene karşı meydana gelen ilerici başkaldırı”yı sarmalamalıdır.

SHP Genel Başkanı, “ülkenin ilerici dinamiklerini” şahsında birleştirecek, “önder” olmalıdır.

“İlerici dinamikler” bölünürse, SHP bölünüyor. Daha kötüsü; ülke “demokratik bağlamdaki entegrasyonunu” yitiriyor; biz farkında olmasak da bölünmeye sürükleniyor. Emperyalizmin bize biçtiği “misyonu”, gitgide daha mecalsizleşerek mecburen, üstleniyor.

Bugünlere dönük “ilk alarmı”, iki yıl önce burada yaşadık.

Sayın Baykal’la, Sayın İnönü’nün etrafında kümelenen güçler, birbirlerine girdiler.

Lütfen hatırlayın:

– Parti bölünmeye sürükleniyor, diyordum.

Olayın “hizip” boyutundan çok daha derinlerde “sosyopolitik kökler” taşıdığına dikkat çekiyordum.

Türkiye’deki “insan hareketlerini”, bir türlü, kavrayamıyorduk.

Ülkemizin Doğusu’yla Batısı, Kuzeyi ile Güney Doğusu’nun “ilerici özlemleri” aynı doğrultuda olmakla birlikte; aynı bir çağda ama farklı farklı tarih evrelerinde, bulunuyordu.

Acılarla yerlerinden yurtlarından sökülüp, özellikle “kıyı koridorundaki yerleşim birimlerine” vuran insan selleri, buradaki, “yarım yamalak sanayileşme” tarafından sarmalanmayınca; çoklukla “sokakta” kalıyor, bize çok özgü manzaralar sergiliyordu.

Biteviye gelen göç dalgaları; insan sellerini, fabrikalara yerleştirmek şöyle dursun; kıyı kentlerimizin sokaklarına, meydanlarına, bırakıyordu. Böyle olunca da, “ilerici-yerleşik-dinamikler”le “ilerici-göçer-dinamikler”in tılsımlı kıvamından oluşması beklenen, “toplumun ileri motoru”, “alabora” oluyordu.

SHP, işte iki yıl önce, üstüne oturması beklenen iki ana kesimin, kendi aralarında sürtüşmesine, hatta kavgasına sahne oluyordu ve biz ne olup bittiğini, hiç anlamıyorduk.

SHP içinde; kentlerde nispeten yerleşik dinamiklerle, Doğu’daki kökleriyle iletişim halindeki, göçer dinamikler, çekişiyordu. Bu ise, ülkenin Doğusu ile Batısı’nın, Kuzeyi ile Güneydoğusu’nun, için için “çekişmesi” demek oluyordu.

1989’da İstanbul’da yapılan ve “garaj operasyonu” adıyla andığımız toplantının, sosyolojik özü de, işte buydu. Aynı süreçte, İstanbul başta olmak üzere, birçok il yönetiminin Genel Sekreter Sayın Baykal tarafından görevden alınmasının, özü de buydu!

Yani, parti içinde “yerleşik dinamikler”, “göçer dinamikler”i püskürtmek istiyorlar, ama bu arada hem partiyi sarsıyorlar, hem de kendi siyasi sonlarını hazırlıyorlardı.

Daha kötüsü, olup bitenler, “ülke bütünlüğünü” tehdit ediyordu.

Çok benzer bir durumla, bugün yine karşı karşıyayız.

Bunu; iki yıl önce bu kürsüden uyarı görevimi nasıl yerine getirdiysem; bu kampanya sırasında, İl Başkanlarımız ile yaptığımız toplantıdan başlayarak, tüm bölge toplantılarımızda dile getirdim.

Bugün, eğer aşmayı başaramazsak, iki yıl önce Sayın Baykal’la Sayın İnönü arasında yaşadığımız “kilitlenmişliğin” aynını, Murat Karayalçın ve Aydın Güven Gürkan arkadaşlarımız arasında, onların iradelerine rağmen, yaşayacağımızdan derin bir kaygı duyuyorum.
Açıkça ifade edeyim, ufak tefek istisnalar bir tarafa bırakılırsa, genelde Murat Karayalçın etrafında; o hiç farkında olmasa da, bunu istemese de, kesin biçimde partimizin “kentlerde yerleşik ilerici dinamikleri” kümelenmişlerdir.

Aydın Güven Gürkan’ın etrafında ise buna karşı anlaşılır bir “tepki” olarak; o hiç istemese de; Doğu’daki, Güneydoğu’daki kökleriyle iletişim halindeki, “ilerici göçer dinamikler” kümelenmişlerdir.

Şunu da kaydedeyim, Murat Karayalçın’ın etrafında, tıpkı Sayın Baykal’ın etrafında olduğu gibi Doğulu unsurlar hiç yok değildir. Ama bunlar dikkat edilirse “yerleşikleşmiş”, göçer dinamiklerle de siyasi olarak bariz şekilde ayrışan, Doğulu unsurlardır.

Demek ki, bu Kurultay’da da, maalesef tam da iki yıl önce olduğu gibi, bir “kilitlenmişlik”, daha da önemlisi, bizi tekrardan “bölünmeye” götürebilecek fevkalade tehlikeli bir “kutuplaşma” yaşıyoruz.

Hangi taraf kazanırsa kazansın; korkarım son turda, kenardan; daha da kötüsü, karşı tarafı ister istemez küskün, bırakarak, kazanacaktır.

İşte bunun için kampanya boyunca haftalardır, her toplantımızda, içim acıyarak, bu arkadaşlarımızı önderleri görmek isteyen partililerimiz nezdinde çok sıkılarak, ama ülkemizin bütünlüğü ve esenliği için, Murat Karayalçın’ın ve Aydın Güven Gürkan’ın adaylıktan çekilmelerini, evet üzüntü içinde, talep edegeldim.

Muratçım, sen ülkenin tüm ilerici dinamiklerini, yazık ki kucaklayamamaya sıkıştın.

Aydın Hocam, sen de ne yazık ki tüm bilgeliğine, iyi niyetine ve çabana karşın, özellikle Murat’ın etrafında kümelenen ve partinin yuvarlak bir yarışı demek olan “ilerici-yerleşik-dinamikleri” kucaklayamamaya sıkıştın.

Bu kaç yerden belli… Bir defa Aydın Hoca’nın, neden sonra aday olmaya mecbur kalmasından belli. “Parti merkeze mi kaysın, daha çok sola mı açılsın” bazında gelişen tartışmanın motiflerden belli.

Tarafların edindiği maddi desteğin nicelik ve karakterinden belli; dile getirdikleri “ilerici özlemler”in, “ivedi erekleri” arasındaki, farktan belli.

Bu arada, ben yerimi belirteyim. “Sola mı açılacağız, yoksa merkeze mi kayacağız” tartışmasında benim yerim “sola, akılcı, çağdaş-toplumcu-demokrat sola, olabildiğince açılmaktan” yanadır.

Bir şey daha var:

Değerli aday arkadaşlarım, iki yıl öncesinden partinin ve Türk Solu’nun bugünlere nasıl sıkışacağını, hiç öngörememişlerdir. Bu bir yana, şimdi partinin kendi şahısları dolayında, iradeleri dışında da olsa nasıl “kilitlendiğini” görmemektedirler. Demek ki partimizdeki, genelde ülkemizdeki “insan hareketlerini” pek kavrayamamaktalar. Böyle olunca da, bırakın “solda bütünleşmeyi” bir yana, partiyi farkında olmadan, tekrar bir “parçalanma evresine” sürüklemekteler. Daha da olumsuzu bağıl olarak ülkeyi, kucaklamak şöyle dursun, bir krize bilinç dışı, itmekteler.

Bu Kurultay’dan “ilerici yerleşik dinamikleri” temsilen Murat Genel Başkan çıksa; ağızdan yel alsın, Aydın Hoca’ya rağmen, Doğulu, Güneydoğulu kökleriyle birlikte pek çok “ilerici göçer dinamik”, haksız belki ama, partimizden umudu kesip, herhalde DEP’e yönelir.

Bu Kurultay’dan yok eğer, “ilerici-göçer-dinamikleri” temsilen Aydın Hoca, Genel Başkan seçilirse; o zaman da ağızdan yel alsın, Murat’a rağmen pek çok “ilerici-yerleşik-dinamik” şimdiki CHP’ye ya da başka siyasi odaklara yönelir. Her iki halde de SHP Türkiye’yi “Demokratik” olarak bütünleştiren “siyasi araç” olmaktan, önemli ölçüde çıkar, Türkiye’nin Doğusu”yla Batısı, birbirinden uzaklaşır.

Arkadaşlarım, işaret ettiğim bu fevkalade önemli gelişmeleri, yıllardır görmedikleri gibi, şimdi de kavramamaktadırlar. Zaten Sayın İnönü Genel Başkan kalmak istese onların aday olmaya, korkarım “cesaretleri” de olmayacaktır. Bu durumda arkadaşlarımın, beni bağışlasınlar, genel başkan adayı olmaya “siyaseten” hakları olmamak gerekir.

Oysa, lütfen hatırlayalım, yıllar önce Sayın İnönü ile Sayın Baykal’ın etraflarındaki güçler arasına giren, düzgün tahlillerle, bugünlere sıkışılmaması için kim, bu kürsüden “uyarı görevini” yerine getiriyordu:

Sizlerle geliştirdiği gözlem ve düşünceleri bazında, Tolga Yarman!..

Başka bir noktaya gelelim:

Bu kampanyada şöyle bir bakarsanız, birkaç on milyar, mertebe olaraksa, sanırım elli milyar, evet elli milyar görülüyor.

Benim, kaba bir yaklaşımla gördüğüm bu.

“Örgütlenme hakkının”, “demokratik bir hak” olduğuna inanırım.

Şu var ki, kimin kimi desteklediğini bilmek de hakkımızdır. Murat bir ara 25 milyona kadar bağış kabul ettiğini ifade etti. Ama kaç tane 25 milyonu kimlerden aldığını, benim bildiğimce açıklamadı.

Şimdilik, hangi yöntemle olduğu pek belli değil, adaylara, ne demekse, “Ankara kulislerindeki uğultuya” bakarak, medya bu arada 900’lü telefonlar “yıldız” dağıtıyor.

SHP’ye böyle mi genel başkan seçeceğiz?

Medya seçtiği için, “Medyaya gebe”, bir genel başkan, SHP’ye uymaz.

SHP’ye “banknot torbalarıyla” da genel sekreter, ya da genel başkan olunmaz.

Benim pankartlarım, posterlerim, özel uçağım, otobüslerim, kapattığım oteller, yemeklerim, kokteyllerim, esas duruşta bekleyen delegelerim, gazetelerim, kentlerde bürolarım yok!..

Saygıdeğer Belediye imkanlarım, ya da saygıdeğer TBMM olanaklarım da yok!..
Ama partim var. İnanan partililerim var. İnançlı öngörülerim var. Tezlerim var. Misyonum var!

Benim bütün zenginliğim, beynimde ve bağrımdadır.

Türk Solu ve “kurucusu” olmakla övünç duyduğum SHP, benim onurumdur.

Ben de, bu Kurultay’da, sizin şansınızım.

Önce “partide bütünlüğü, solda bütünlüğü ve ülkede bütünlüğü”, güvence altına alabilmeliyiz.

Bu, açıklamaya çalıştığım gibi, ülkemizdeki “insan hareketlerini” iyi anlayıp, toplumumuzun, “ilerici motorunu”, düzgün bir biçimde yapılandırmaktan geçiyor. Öteki bütün “ilerici özlemleri” ancak bundan sonra gerçekleştirebiliriz. İşte bunun için varım.

İki delege konuşuyorlarmış, biri “Yahu”, demiş, “Neden Tolga Hoca Genel Başkan olmasın?” öteki “Olmaz, o doğruları söylüyor”, demiş!..

Karar sizin:
“Parti bütünlüğü, solun bütünlüğü ve ülkenin bütünlüğü” için; bilgiyi, yürekli, örgütlü, doğruları ve erdemi, medyaya ve milyarlara da bir şamar atarak, genel başkanınız seçmek isterseniz, işte ben buradayım.

Siz benim onurumsunuz. Ben sizin, bu Kurultay’ın kilitlenmişliğinin; solun; başta sıcaklığımızı hissetmek için orada tir tir titreyerek bekleyen kimsesiz yığınlar olmak üzere, bu ülkenin şansıyım.

Öncelikle ilk turda, gerçekten kimi Genel Başkan görmek istiyorsanız, oyunuzu ona verin.

Yolunuz açık olsun!

Kararınız önünde saygıyla eğiliyorum.
Hepinize, tüm izleyenlere, gönülden sevgiler, saygılar sunuyorum.

Comments are closed.